- Doktora teziniz “’Balkanlarda 18. Ve19.yüzyillarda Tasavvuf Akımları” bu bağlamda Balkanlardaki Tasavvuf’un doğuşunu hazırlayan ortamı anlatır mısınız?
Balkan milletlerinin ve özellikle arnavut tarihinin aydınlanmasında ve daha doğru ve objektif bir şekilde sergilenmesinde önemli sorunlardan biri Osmanlı döneminde toplumu oluşturan mekanizmaların derunî araştırılmasıdır. Osmanlı devletinin çekilişinden itibaren sabit toplum ve yönetim kurma arayışları içerisinde olan arnavut toplumu bir monarşi ve katı komunist yönetiminin baskısı altında hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu dönemde bilinçli olarak önceki dönemin tüm toplumsal araçları resmi tarih kurumları tarafından gerici, perspektifsiz ve yıkıcı paradigmaları ile gösterilmiştir. İyi amma bu yanlış ve gayet sübjektif yaklaşım beş asırlık bir tarihin, ki arnavutların dünya arenasında yer almaları açısından çok önemlidir, öğrenilememesine ve gün ışığına çıkamamasına sebep olmuştur. Bu beş asırlık dönemin içerisinde tabii ki iki taraftan da, sıkıntılar, yanlışlar mevcuttur, fakat onların doğru araştırılması objektif tarihi ortaya koyarak yeni perspektifler yaratabilecektir. Osmanlı dönemine ait olan diğer tüm alanlarda olduğu gibi, Osmanlı döneminde arnavut bölgelerinde halkı maddi ve manevi açıdan canlı tutan tarikat müesseseleri de çok az araştırılmıştır.
Osmanlılar balkan topraklarına yöneldikleri zamanlarda Balkanlar mezhep ve hanedan kavgalarınını yol açtığı siyasî ve dînî bir kaos içerisindeydi. Osmanlı devletinin askerî yönün ötesinde ideolojik planda İslam dininin düzenli, sistematik ve insan yapısına uygun din ve öğretileri, birbirleriyle devamlı savaş hali içerisinde bulunan Hıristiyan gruplara yapıcı bir teolojik ve pragmatik alternatif sunmuştur. Malûm olduğu üzre her tarikatın temelinde insan nefsini terbiye etmek ve insan istidatlarına ve tabiatına uygun bir din anlayışı sunmak vardır. İnsanların yaratılışlarında kainatın bir sırrı olarak her ferd birbirinden farklı bir mizaca, fikre ve hissiyata sahip olarak yaratılmıştır. Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.
İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur.Tekkelerin iktisadî ve sosyal alandaki faaliyetlerinde din, dil, ırk farkı gözetmemeleri halk tarafından epeyce rağbet görmelerine vesîle olmuştur. Dervişler, hangi dinin mensubu olursa olsun halkla karışıp kaynaşarak halk kitlelerini yönlendirmede önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Dervişlerin boş topraklarda kurdukları tekke ve zâviyelerin etrafında zamanla köyler oluşarak, buraları birer din, kültür ve sanat merkezleri haline gelmiştir. Genellikle bu tekke ve zâviyeler etrafında oluşan yerleşim birimleri kurucu dervişlerin adlarıyla veya Şeyhler Köyü, Dervişler Köyü, Tekke Mahallesi, Dedeköy gibi isimlerle anılmaktadır.
- Balkanlarda Tasavvuf etkisini Osmanlı dönemi ve bugün ile kıyasladığınızda ne tür farklılıklar göze çarpmaktadır?
Tarikatlar ve tekkeler Anadolu toplumu bünyesinde sosyal, siyasî ve dinî alanda topladıkları sempatiyi Balkanlarda yaşayan halk tarafından da görmüşlerdir. Özellikle tekke yapımında toplumun değişik kesimleri ellerinde var olan güçle yardımcı olmaya çalışmıştır.
Balkanlara XIII. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlayan Islam tasavvuf anlayışının XVIII. ve XIX. yüzyılda tesir ve yaygınlığının önceki yüzyıllara göre arttığına, değişik yerlerde inşa edilen tekkelerle bağlılarının geniş kitlelere ulaştığına ve mürid halkalarının genişlediğine şahit olmaktayız.Mezkur bölgelere ve yüzyıllara genel olarak baktığımızda şu tarikatların faaliyet gösterdiğini görmekteyiz: Mevlevîlik, Nakşibendîlik, Halvetîlik, Kâdirîlik, Rifâîlik, Saʽdîlik, Bektaşîlik ve Melâmîlik.
Dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.
Bir nevi irfan ocakları olan tekkelerin kuruluş dönemleri, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. Onlar Anadoluda ve Balkanlarda, başlarına gelebilecek birçok tehlike yüzünden, yaşadıkları bölgeleri aileleriyle birlikte terk etmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda böyle bir durumda, tekke ve tarikatlar insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir perspektif ve paradigma ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir olgun insan portresi çizmişlerdir.
Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.
Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır. Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır, çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.
XIX. ve XX. Asrın başlarından itibaren Osmanlı devleti balkanın değişik ülkelerinden uzaklaştırırken onunla beraber devletin mayasında olan tasavvuf öğretilerine karşı da çok yönlü saldırılar başlamıştır. Balkanlarda XIX. Asrın ilk yarısından başlayarak kurulan devletler tekkeleri yakmış yıkmış, postta oturanları öldürmüş, dervişanı dağıtmıştır. Diğer taraftan da devlet politikası olarak bu irfan ocaklarının paradigmasını yıkmaya çalışmıştır. Sonuç olarak Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan da tekkeler ve tekke kültürü tamamen silinmiş, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova da ise tekke ve tarikatların İslam öğretilerinden taviz vermeleri ve İslamın esaslarından oldukça uzaklaşmalarına sonuna kadar mücadele gösterilmiştir. Sonuç olarak XIX. ve XX. Asırlarda çehresi tanınmayan bir tasavvuf anlayışı ve tekke organizasyonu mezkur ülkeleri sarmıştır. Tabii ki tasavvuf ve maneviyata karşı bu saldırı dünyanın genelinde mevcuttur. Materializm çağı yapacağını yapmış ve dinin fenomen boyutunda da etkisini gösterip maneviyatı çehresiz bir din anlayışı ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır.
Kanaatimce insanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir paradigma ile mümkündür. Tekke ve tarikatlar ve başlarında olan mürşitler bu perspektifi çok güzel bir şekilde işlemiş ve esas fıtratını anlamış insan-ı kâmil anlayışında temsil ettirmişlerdir ve günümüzde de güzel örneklerle yapabaileceklerini inanmaktayım.
- Makedonya’da Müslüman entellektüellerinin toplumdaki yeri ve etkileri için neler söyleyebilirsiniz?
Makedonyada müslüman entellektüelinin toplumsal hayatın içerisinde etkili bir rölünün olduğunu söylemek oldukça zor olduğunu söyleyebilirim. Aydın kişileri yetiştiren kurumlar kuruldukları amaçlara hizmet etmek konusunda pek başarılı olduğunu düşünmüyorum. Üniversiteler hem kısıtlı imkanlarından hem de mikroburjuva anlayışlarından dolayı gerçek manada entelektüel yetiştirememekte ve kaliteli aydınların olmaması aydın kitleyi siyaset ve değişik oluşumların etkisi altında bırakmaktadır. Maalesef Makedonyada ki enetelektüel hayatın içerisinde problemleri tartışma anlayışı tamamen ölmüş ve birçok problemler evrensel çözüm üretme anlayışı ile değil şahsi menfaatler perspektifinden bakılmaktadır. Yani bu karamsar bir tablo değil, tam tersine bir realite tespitidir. Makedonya da toplumun ayakta kalabilmesi için mutlaka eğitim ve öğretim kurumların güçlendirilmesi gerekmektedir ve idealist aydınların yetiştirilmesi zorunludur.
- Balkanlardaki İslam anlayışında Türkiye’nin etkisi var. Bunun tek sebebi uzun zaman Balkanların Osmanlı idaresi altında olması mı, yoksa bölgeye ait başka faktörler mi etkili oldu?
Türkiye Cumhuriyetinin ve içinde yaşayan vatandaşların balkanlarla sadece fiziki sınırlarla koparılamayacak bağları bulunmaktadır. Bu bağlar akrabalık ilişkilerden başlayarak sosyal ve manevi hayatın birçok alanlarına yansımaktadırlar. Özellikle Türkiye ile balkanlar arasında en önemli bağlardan birisini kültür birliği oluşturmaktadır. Bu iki cümle ile ifade etmek istediğim gerçek kaçınılmaz ve gözardı edilmesi imkansız olan bir fenomendir.
Osmanlı Devletinin balkan bölgelerinden çekilmesinden sonra, 70-80 yıllık cumhuriyet tarihinde, değişik sebeplerden dolayı Türkiye ile balkanlar arasında hissedilen derin bir kopukluk dönemi yaşanmıştır ve bu kopukluk özellikle bu bölgelerde otokton ve yerli olan müslümanların kültür kargaşası ve bunalımı yaşamalarına sebep teşkil etmiştir. Son dönemde Türkiye Cumhuriyetini yetkililerinin balkanlara doğru alakanın artması ve bu kültür kopukluğunun ve bunalımının ortadan kalkıp gerçek ve köklerimize dayali kültürün yeniden inşası için faaliyetlerin yapılması iyi niyetli çevreleri sevindirmiş fakat ard niyeti olan bazı çevreleri de rahatsız etmiştir.
Bundan dolayı hem yerli halklar olarak hem de dışardan olayı yorumlamaya çalışan herkes Türkiye Cumhuriyetinin multietnik, multikonfesionel ve mültikültürel eksenli bu samimiyetini görmek gerekmektedir. Bu gerçeği görüp tespit etmek özellikle bölge insanı için ehemmiyet arz etmektedir. Nedenleri arasında en önemli olarak şunları söyleyebilirim:
- Türkiye Cumhuriyeti Balkan halklarının öz kültürünü ve ortak kültürün ürünü olan unsurları yaşatmakla Osmanlı döneminden bu bölgelerde devam edegelen ve günümüzde en çok ihtiyacımız olan höşgörü, sevgi, saygı konseptlerinin yeni bir canlılık kazanmasına yardımcı olmaktadır.
- Türkiye Cumhuriyeti ve bölgede faaliyet gösteren kültür ve yardım merkezleri insan ve toplum konularında devamlı baskıdan uzak ve hümanist bir yaklaşım sergilemektedir. Maalesef böyle bir yaklaşımı biz balkan halkları uzun zamandır unutmuşuz çünkü son yüzyılda her kim gelmişse sadece bölmüş, parçalamış ve kanımızın dökülmesine sebep olmuştur.
- Türkiye Cumhuriyeti bölgede asla ve hiçbir zaman zorla ve baskıcı, bazı çevrelerin söyledikleri gibi, bir dini faaliyeti olmamıştır. Tam tersine şiddete başvuran ve İslam düşüncesini son dönemlerde ciddi sıkıntılara sokan, anlayış ve gruplara karşı, cumhurbaşkanından son memuruna kadar, olduklarını devamlı söylemiş ve onların geniş kitlelere etkisinin yayılmaması için elden gelen gayretini göstermiştir.
- Türkiyenin bölgede mevcud olması buralarda yaşayan halkların öz kültürlerini yaşamalarına ve höşgörünün artmasına sebep teşkil edecektir. Zaten son dönemlerde yapılan faaliyetlerin de bu doğrultuda olduğunu açıkça görmekteyiz.
- Aynı zamanda Türkiyenin bölgede mevcud olması dini aşırılıkların ve şiddetin önüne çıkılmasında en önemli etken olacağından asla şüphe yoktur.
- Türkiyenin dini anlayışı kültürlü, sanatlı ve insanı yaşatmayı hedef seçmiş bir anlayıştır ve balkanlarda yaşayan bizlerin en çok ihtiyacı olan da bu olsa gerek.
Hiç şüphesiz sıralanan gerçekler daha da çoğaltılabilir fakat en önemlisi olayları gerçekçi bir gözle değerlendirip çifte standartlardan uzak durmaktır. Gerçekçi olmayan ve konspiratif teorilere dayanan tespitlerden en çok zarar görecek olan yine biz, balkanlarda yaşayan halklar, oluruz.
- Günümüzde Balkanlar’da İslamın durumu ne ? Tasavvuf hâlâ yaşıyor mu ?
Balkan insanının İslam hamurunu aşk şerbeti ile yoğurmuşlardır. Ordulardan daha önce boş ve tenha arâzilere yerleşen sufîler bir taraftan Allah rızası için gelip geçenleri doyurmuş, diğer yandan da gayret, samimiyet, feragat ve mütevâziliklieriyle etraflarındaki insanların gönüllerine girip onların manevî ihtiyaçlarına hitap ederek onları din ve hakîkate davet etmişlerdir.Balkan insanında Peygamber sevgisi İslam dininin aşk boyutu ağır basan bir ortamda gelişmiştir. Başlangıçtan itibaren Rumeli insanında Peygamber efendimizin portresi şöyle çizilmiştir: “ Muhammed a.s. bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş; bütün insanlara din, dil, ırk farkı gözetmeksizin çok şefkatlı ve merhametli davranmış; Allahu Teala ona şöyle hitap etmiş; “ ve gerçekten sen çok büyük bir ahlak üzerindesin”. Ve kezâ şöyle buyurmuş: “ Allahın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür”, Allahu Teala diğer tüm nebî ve rasüllerine ismiyle nidâ ettiği halde O’na-ikram ve tâzîm kasdıyla, “ey nebî”, “ ey rasul”, diye hitap etmiştir. Ashaptan ona iman edeceklerine ve yardım edeceklerine dair Allahu Teala söz almıştır.Allah O’nu bir gece Mescid-i Harem’dan Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür.Peygamberlerin tamamına imam olmuştur. Onu yüksek göklere ve en yüce makama çıkartarak onurlandırmıştır. Allah’a yakınlaşmanın yolu Peygamber sevgisinden geçer, onun için Peygamber ef. ismi zikredildiği zaman yer yer ayağa kalkılır, yer yer de kendine çeki düzen verip salavat getirilir. Bundan dolayıdır ki cami kitabelerinde, mezar taşlarında, tekke duvarlarında peygambere karşı bu aşkı ifâde eden şiirler yazılmıştır.
İşte balkanların İslam anlayışı asırlar boyunca bu eksenli idi. Son dönemlerde değişik tarflardan gelen etkiler vasıtasıyla dinin geleneksel ve doğru olan payandalarına toplumsal tezahür açısından oldukça zararlar yapılmıştır. Tabii ki herkesin istediği gibi ınanması mümkündür fakat İslama ve kendisi gibi inanmayanlara tehdit teşkil edecek ve zarar verebilecek anlayışların toplumda yeri olmaması kanısındayım.
Tasavvuf hem müessese hem de anlayış olarak hiçbir zaman Balkan insanından uzaklaşmamıştır. Günümüzde de durum aynıdır. Tabiiki geleneksel olarak faaliyet gösteren tekkelerde belirli sorunlar mevcuttur fakat günden güne Kuran ve sünnetten taviz vermeyen sufi ve dervişler çoğalmakta ve mananın madde karşısında iki yüzyıldır kaybettiği mücadele yeniden esas güzergahını bulmaya çaba sarfetmektedir.
- Son olarak Köprü Dergisi okuyucularına ne söylemek istersiniz?
Köprüleri unutmayalım, onları yıkmayalım çünkü köprüleri yıkan sırattan zor geçer. Baki mehabbet ile…