Yirminci yüzyıl, insanlık açısından çok hareketli ve inişli çıkışlı bir yüzyıl oldu. İnsnanlığın hayat standardını yükselten birçok gelişme kaydedilmekle beraber, sonucu tüm insanlık için felaket olan iki büyük dünya savaşı yaşandı. Bundan başka, birçok tabii felaket, âfet, sefâlet, değişik “çağdaş” hastalıklar, her türlü maddî ve teknolojik gelişmeye rağmen insanlığın yakasını bırakmadı. Aşırı zenginlik ile aşırıı fakirlik yanyana yaşamak zorunda kaldı. Zengin daha da zenginleşti, fakir daha da sefil hale geldi. İnsanoğlunun tatmin olmayan hırsı ve egosu dünyanın ekonomik, ekolojik, sosyal ve psikolojik dengesini alt üst etti. Denizler kirlendi, yeşil ormanların ve vadilerin yerine fabrikalar ve tesisler inşa edildi. Kontrolsüz ve mesuliyetsiz nükleer silahlar üretildi ve denemeler sonucu birçok ortam perişan oldu.
İnsanlık bir taraftan maddeye hakimiyetini geliştirirken, diğer taraftan onun adetâ esiri konumuna düştüğü ve karşılaşılan sıkıntılar karşısında ruhen ve manen daraldı ve yeni arayışlar içerisine girdi. Bu ortam içerisinde din ve maneviyat hızla yükselen bir değer konumunu almaya başladı. Yırmıncı asrın ikinci yarısından itibaren, bu ihtiyacı karşılamak niyetiyle, sayısız yeni mezhepler, tarikatlar ve cemaatler ortaya çıktı. Çağdaş insanda boş kalan din duygusu sahte ve sun’i oluşumlarla doldurulmaya çalışıldı. Binaen aleyh, din günümüzde insanların dünyayı algılama ve kendini mevcut dünya içinde bir yere yerleştirmede bir model olarak fonksiyon görmeye başladı.
Durum böyle iken dinin fonksiyonel olmasının önemi daha da arttı. Bu fonksiyonellik İslam dini için söz konusu olunca şu anlamı taşımaktadır: İslam dininin dünya görüşünün bir bütünlük içinde ortaya konulması. Bu ancak, bizim kendi kendimizi gözden geçirme; çevremizdeki dünyayı, yani diğer halk, medeniyet ve kültür anlayışlarını değerlendirme ve İslam kültür ve medeniyet mirasının zengin birikimi ile iç ve dış dünyayla alış-verişlerde bulunmakla mümkündür. Müslümanların tarihî ve toplumsal sürekliliği yakalayabilmesi, kendi kültürünü, kimliğini ve tarihini canlı tutma ve yaşatma duygu ve arzusunun ne kadar canlı olacağı ile doğrudan ilgilidir.
İslam inancına göre “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insan , Allah’ın “kendi ruhundan üflediği”, “yaratılmışların en şereflisi” ve “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” gibi vasıflarla tanıtılmaktadır. Özünde bu derece yüce vasıflar taşıyan insan, ilahi iradenin kendine gösterdiği doğru ve yanlış istikametler arasında isabetli bir tercihle doğru yolu seçtiği gibi, bazen de özünde taşıdığı değerlerden uzaklaşarak, yanlış tercihlerde bulunabilmektedir. Cenab-ı Hakk kendi özündeki değer ve yaratılış gayesinden uzaklaşan insanı imana, iyiye, güzele ve hayra yöneltmek için din ve o dini insanlara ulaştıran peygamberler göndermiştir. Peygamberler Allah ile insanlar arasında irtibatı sağlamakla görevlendirilmiş ve toplumsal hareketlilğin içerisinde kendini kaybeden insanları özüne çevirmek için çaba sarfetmişlerdir.[1]
Son ilâhi din olan İslam, onun insanlık için bir rehber ve hidayet kaynağı olan Kur’an ve Allahın rahmet tecellisi olarak insanlara Hak ve hakikatı anlatmak için gönderilen Hazreti peygamber bu ilahi tecellinin son temsilcileridir. Hazreti Peygamber’in getirdiği dini anlayış, insanların kendi özlerinde bulunan ilahi yüceliğe ulaştırmakta kullandığı metot ve vasıtalar kendinden sonra bu görevi icra edenler için de vazgeçilmez örnektir.
Hazreti Mevlana da bu yola ışık tutan bir ulu kişi, insanları içine düştükleri bunalımlardan kurtarmaya çalışan bir ruh hekimidir. Esas ilhamını Hazreti Muhammed’den alan Mevlana, tıpkı Hazreti Musa, Hazreti İsa ve diğer peygamberler gibi, insanları sevgiye, dostluğa ve kurtuluşa davet etmektedir.
Hazreti Mevlana’nın yaşadığı dönem, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. O doğudan gelen Moğol tehlikesi yüzünden, henüz beş yaşındayken doğduğu Belh şehrini ailesiyle birlikte terk etmek zorunda kalmış. Konya’ya yerleştikten sonra, bütün çocukluk yıllarını, Moğollardan kaçan halkaların tedirgin halini seyretmekle ve onların yüzlerindeki korkuyu yakından okumakla, geçirmiştir. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda Hazreti Mevlana insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir imaj ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve ondan önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir olgun insan portresi çiziyordu.
İnsanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir rehber ve mürşidle mümkündür.
Hazreti Mevlana’nın usulünde aşk vardı…
Hazreti Mevlana herşeyden önce insanlardan Allah aşkına birbirlerini sevmelerini istıyordu. İnsan önce insan olmayı bilmeli, insan olmanın bilincine varmalı diyordu.” Kimin yüreğinde sevgi ateşi yoksa o yok olsun”derken insan ruhuna ve topluma yalnızca sevginin hakim olmasını, sevgiye dayalı bir cihan kurulmasını istiyordu. Çünkü insanın kendi kişiliğini bulması ve kişiliğinin mükemmelliğe ulaşması ancak böyle bir sevgi sayesinde mümkündür.
Mesnevî’nin ney’e ayrılmış ilk onsekiz beyitinde, insan-i kâmil’in sıfatlarından sembolik bir dille bahsederken şöyle diyor:
“Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney’e- Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e
Yardan ayrı dostu ney dostu dost kıldı hem- Perdesinden perdemiz yırtıldı hem
Kanlı yoldan ney sunar hep arzuhal- Hem verir Mecnunn’un aşkından misal”.[2]
Bu beyitlerin şerhinde Mesnevî şarihlerinden Ken’an Rifaî hazretleri şöyle demektedir: “Kul ıle Allah arasına gerilmiş büyük perde yerler ve gökler değildir. Bu perde, daha çok, nefsin kendisini Allah’tan ayrı bir varlık görmesinden meydana gelir. İnsan, ölmeden evvel ölmek sırrına, yâni nefsindeki kötülük, çirkinlik hallerini yok etme olgunluğuna erdiği zamandır ki Allah’tan gaflet perdesi ortadan kalkar. İnsanı böyle bir olgunluk ve üstünlük seviyesine ulaştıran kuvvet de Allah sevgisidir. Gönül bu en büyük sevgiyle, gölgesiz ve menfaatsız dolduğu zamandır ki insandaki ilâhî kuvvetler, vücut ve madde kuvvetlerini mağlup eder.insanın yalnız maddî hazları sevmesi şeklindeki dünya sevgisi, bütün geçici ve gösterişli güzelliğini kaybeder. … Ney, söyler, ney, büyük varlığa karşı bütün özleyişlerini söyler; ve o söylerken ruh, kendi derin yarasının şifaya yüz tuttuğunu, kendi sonsuz yalnızlığının en büyük bir dostun huzûriyle giderildiğini derin saadetle hisseder. Tanrı sevgisinin ruhlara bir şifâ gibi sunan kâmil insanlardır ki Allah’ın en yakınları, onun sevgilileridir”.
XXI. asırdaki müslüman bilincinin sağlam bir zemine oturması için, sevgi ve sevgili için yol aramak, yola koyulmak gerekir. İnsan için hakiki ve en üstün sevgili Cenab-ı Haktır. Ve Ona olan sevgi herşeyin merkezidir. Allahın sevgisine giden yol ise Hazreti Peygamberin bahçesinden geçer: “ De ki ey Peygamber! Eğer Allah’ı seviyorsanız, sevmek istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” ( Al-i İmran, 3/31). Allahın elçisini sevmek sıradan bir iş değildir. Bu herşeyden önce sevgi merkezli bir dünya kurmakla olur. Bu dünya, maddiyat ve menfaat sınıflarına takılmayan, şehvet ve şöhretle tanışmayan, âşıkların yönettiği dünyadır. Böyle bir dünyayı içine alabilen yolcu, sevgi denen iksirle tanışabilir, başka bir göze, başka bir kulağa, başka bir gönüle sahip olabilir. Beyni ve gönlü sevgi merkezli bir câzibeye teslim ettikten sonra dünyaya bakış, dünyayı kavrayış temelinden değişecektir.
Çağımızın şairlerinden biri sevgi için şöyle yakarmaktadır:
“Ya ilâhi seni sevmek dile efsane gelir
Kim ki sevmişse il’hi, bize mestâne gelir
Ta ezelden düşüp âşıkların âlem diline
Cümle âlemdekiler gönlüme bigâne gelir
Gözü görmüşse tecelli ile ukbâ evini
Öyle bir âşıka dünya evi virâne gelir
Ne olur versen ilâhi bir zerresini
Senin aşkın ile lutfun dile şâhâne gelir
Bir kez ihsan ediversen kula aşk incisini
Daracık dâr-ı fenâ gönlüme kâşâne gelir
Başka bir melcei yok dertlilerin ey Rabbim
Elbet aşk derdi için sen gibi Sultâne gelir…” [3]
Hazreti Mevlana, dünya hayatı gibi, dünya nimetlerinin ve dünyada olup biten her şeyin gelip geçici olduğunu, yalnızca ruhun ve ruha ait şeylerin kalıcı olduğunu, bu gerçekten hareket ederek insanın kısacık ömrünü geçici hevesler uğruna değil, ebedi oann uğruna harcaması gerektiğini vurguluyordu.
Teknoloji çağı da denilen bu çağda, insanları bunalıma iten sebepler saymakla bitecek gibi değil. Teknolojinin ortaya koyduğu harika buluşlar ve her gün hayatımıza bir yenisinin girdiği îcatlar, bir anlamda insanların işlerini kolaylaştırıyor ve onlara hizmet veriyor gibidir. Bir başka anlamda ise insanlara kendi kendilerinin unutturuyor ve ihmal ettiriyor. Bu makineler karşısında insanoğlu küçüldüğünü, önemini yetirdiğini hissediyor ve aşağılık duygusuna itiliyor. Bunlara sahip olmayı neredeyse hayatın tek amacı haline getiren bir dünya görüşü gittikçe toplumda bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. İlkokuldan itibaren eğitim ve öğretim insan hayatına giren bu gibi alet ve makinelerin kullanımıyla ilgili bilgileri edinmeye yönetilmiş bulunuyor. Din, ahlak, felsefe, tarih, sanat, şiir ve müzik gibi insanın gönül ve ruh dünyasını besleyen kültür ağırlıklı eğitim bütün dünyada çoktan geri planlara itilmiş görünüyor. Yaratılıştan beri insanoğlunun günlük hayatında vazgeçilmez bir yer işgal eden ibadet, yerini oyun ve eğlenceye bırakmış bulunuyor. En azından modern hayatta buna ihtiyaç bulunmadığı sanılıyor. Böylece insanoğlu dış dünyanın çekiciliği karşısında kendi iç donanımından ve dinamiklerinden yoksun bırakılmış oluyor. Kendi iç dünyasında üstelik o dünyaya ait donanımlardan yoksun bırakılmış olarak, yalnızlığa itilmiş olan insan, daha genç yaşlardan itibaren ya bulanımlara sürüklenmek ya da alkol ve uyuşturucunun kucağına düşmek tehlikesiyle karşı karşıa kalıyor.
Öyleyse yapılacak en hayırlı iş
insanoğlunun gönül dünyasını kendisine vermek, oradaki zengin cevher
yataklarını işletmeye açmaktır. Ona kendi içinden güç ve direnç kazandıracak
teknikleri ve ruh dünyasının haritasını öğretmektir. Tek kelime ile insanı
kendi varlığının sahibi yapmak ve ona özüne giden yolu göstermektir. Mevlana,
insana kendi özüne giden yola girmeyi, bu yoldan giderek Tanrı sevgisine ermeyi
ve o sevgide birlik olmayı öneriyordu. Bunun dışındaki bütün yolların çıkmaz
yol olduğunu söylüyordu. Çağımızda genel olarak insan ve özel olarak müslüman
bilincin yeniden inşasında onun mesajlarına, gelmiş geçmiş bütün çağlardan daha
fazla ihtiyaç hissedilmektedir.
[1] Kur’an peygamber kıssalarını ayrıntılara girmeden, öğüt vermek için anlatır. Bu peygamberler adeta bir tek millet olan insanlığa, Allah tarafından gönderilmiş elçiler olarak gelirler ve birbirlerinin misyonlarını sürdürürler. Kur’anın, peygamberlerin kıssalarını birbirine benzer tarzda sunuşundan, tarih boyunca insanların birbirine benzer davranışlar gösterdiği; insanların bir bütün, peygamberlerin de aynı amacı, yani tevhidi yerleştirmek üzere gelen elçiler oldukları anlaşılmaktadır. İşte Kur’an-ı Kerim insan ruhunun, aşılanmak istenen fikri tarihi gerçeklerle anlatma, özelliğini göz önünde bulundurarak peygamberlerden bahsetmiştir. Daha geniş bkz. Ateş, Süleyman, Kuran’da Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004.
[2] Mesnevi, I,10-12.
[3] Bu şiir Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa tahralı’yeaittir.