Piktura si kristalizim i shpirtit dhe formës së kontemplacionit të pandërprerë të metafizikës zbuluese, e veshur me petkun e përsoshmërisë që nuk i përket kësaj përmase botërore të fundshmërisë dhe vdekshmërisë, jep një porosi transcedentale kuptimore. Si e tillë ajo e përcjell shpirtërinë në trajtë të një manifestimi të pastër dhe të përkryer me gjuhën e pakohësisë, i cili pikërisht për shkak të pakohësisë dhe simbolizmit është më ndikuese dhe më pak problematike.
Abdi Bajrami i frymëzuar prej kësaj lidhjeje nuk pikturon pejsazhe klasike por depërton në masat reliefe dhe morfologjinë e tyre. Pejsazhi në perspektivën e tij nuk është vetëm segment konkret i natyrës së fundme por është i tërhequr nga një gjallëri permanente që pasqyrohet edhe në përdorimin e ngjyrave. Te Bajrami pejsazhi nuk është as kulis e as dekor, pejsazhi i tij është i dehumanizuar, pa njeriun. Natyra është e prezentuar në një barazpeshë kozmike në të cilën realiteti transformohet dhe kornizohet me qëllim për të kënaq dispozitat e shpirtit në linkun me vlerat estetike.
Struktura enigmatike e pikturave të tij nuk rezaton vetëm nga arsyeja, por edhe nga intuita. Për pasojë në veprën e tij shihet një intenzitet maksimal i sugjestioneve përtej dukshmërisë materiale. Ai lëshohet deri në thellësitë e caktuara të ndiesisë dhe e shpreh atë që është e fshehur në zemrat tona…
Doktora
teziniz “’Balkanlarda 18. Ve19.yüzyillarda Tasavvuf Akımları” bu bağlamda
Balkanlardaki Tasavvuf’un doğuşunu hazırlayan ortamı anlatır mısınız?
Balkan milletlerinin
ve özellikle arnavut tarihinin aydınlanmasında ve daha doğru
ve objektif bir şekilde sergilenmesinde önemli sorunlardan biri Osmanlı
döneminde toplumu oluşturan mekanizmaların derunî araştırılmasıdır. Osmanlı
devletinin çekilişinden itibaren sabit toplum ve yönetim kurma arayışları
içerisinde olan arnavut toplumu bir monarşi ve katı komunist yönetiminin
baskısı altında hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu dönemde bilinçli olarak
önceki dönemin tüm toplumsal araçları resmi tarih kurumları tarafından gerici,
perspektifsiz ve yıkıcı paradigmaları ile gösterilmiştir. İyi amma bu yanlış ve
gayet sübjektif yaklaşım beş asırlık bir tarihin, ki arnavutların dünya
arenasında yer almaları açısından çok önemlidir, öğrenilememesine ve gün
ışığına çıkamamasına sebep olmuştur. Bu beş asırlık dönemin içerisinde tabii ki
iki taraftan da, sıkıntılar, yanlışlar mevcuttur, fakat onların doğru
araştırılması objektif tarihi ortaya koyarak yeni perspektifler
yaratabilecektir. Osmanlı dönemine ait olan diğer tüm alanlarda olduğu gibi, Osmanlı
döneminde arnavut bölgelerinde halkı maddi ve manevi açıdan canlı tutan tarikat
müesseseleri de çok az araştırılmıştır.
Osmanlılar balkan topraklarına yöneldikleri zamanlarda Balkanlar mezhep ve
hanedan kavgalarınını yol açtığı siyasî ve dînî bir kaos içerisindeydi. Osmanlı
devletinin askerî yönün ötesinde
ideolojik planda İslam dininin düzenli, sistematik ve insan yapısına
uygun din ve öğretileri, birbirleriyle devamlı savaş hali içerisinde bulunan Hıristiyan gruplara yapıcı bir
teolojik ve pragmatik alternatif sunmuştur. Malûm olduğu üzre her tarikatın
temelinde insan nefsini terbiye etmek ve insan istidatlarına ve tabiatına uygun
bir din anlayışı sunmak vardır. İnsanların yaratılışlarında kainatın bir sırrı
olarak her ferd birbirinden farklı bir mizaca, fikre ve hissiyata sahip olarak
yaratılmıştır. Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil
ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı
toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.
İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf
akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da
sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış
sunmuştur.Tekkelerin
iktisadî ve sosyal alandaki faaliyetlerinde din, dil, ırk farkı gözetmemeleri
halk tarafından epeyce rağbet görmelerine vesîle olmuştur. Dervişler, hangi
dinin mensubu olursa olsun halkla karışıp kaynaşarak halk kitlelerini
yönlendirmede önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Dervişlerin boş topraklarda
kurdukları tekke ve zâviyelerin etrafında zamanla köyler oluşarak, buraları
birer din, kültür ve sanat merkezleri haline gelmiştir. Genellikle bu tekke ve
zâviyeler etrafında oluşan yerleşim birimleri kurucu dervişlerin adlarıyla veya
Şeyhler Köyü, Dervişler Köyü, Tekke Mahallesi, Dedeköy gibi isimlerle
anılmaktadır.
Balkanlarda
Tasavvuf etkisini Osmanlı dönemi ve bugün ile kıyasladığınızda ne tür farklılıklar
göze çarpmaktadır?
Tarikatlar ve tekkeler Anadolu toplumu bünyesinde sosyal, siyasî ve
dinî alanda topladıkları sempatiyi Balkanlarda yaşayan halk tarafından da
görmüşlerdir. Özellikle tekke yapımında toplumun değişik kesimleri ellerinde
var olan güçle yardımcı olmaya çalışmıştır.
Balkanlara XIII. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlayan Islam
tasavvuf anlayışının XVIII. ve XIX. yüzyılda tesir ve yaygınlığının önceki
yüzyıllara göre arttığına, değişik yerlerde inşa edilen tekkelerle bağlılarının
geniş kitlelere ulaştığına ve mürid halkalarının genişlediğine şahit
olmaktayız.Mezkur bölgelere ve
yüzyıllara genel olarak baktığımızda şu tarikatların faaliyet gösterdiğini
görmekteyiz: Mevlevîlik, Nakşibendîlik, Halvetîlik, Kâdirîlik, Rifâîlik,
Saʽdîlik, Bektaşîlik ve Melâmîlik.
Dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun
dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan
insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar
insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye
çalışacaklardır.
Bir nevi irfan ocakları olan tekkelerin kuruluş
dönemleri, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük
ölçüde paralellik arzetmektedir. Onlar Anadoluda ve Balkanlarda, başlarına gelebilecek
birçok tehlike yüzünden, yaşadıkları bölgeleri aileleriyle birlikte terk etmek
zorunda kalmışlardır. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve
ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda böyle bir durumda, tekke
ve tarikatlar insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir perspektif
ve paradigma ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini
sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve
önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir
olgun insan portresi çizmişlerdir.
Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak
ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari
yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de
göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf
antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.
Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan
dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır. Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve
yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil,
evrensel ve ideal olan insan-ı kulli
ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak
terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını
mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır, çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve
manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki
kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.
XIX. ve XX. Asrın başlarından itibaren Osmanlı
devleti balkanın değişik ülkelerinden uzaklaştırırken onunla beraber devletin
mayasında olan tasavvuf öğretilerine karşı da çok yönlü saldırılar başlamıştır.
Balkanlarda XIX. Asrın ilk yarısından başlayarak kurulan devletler tekkeleri
yakmış yıkmış, postta oturanları öldürmüş, dervişanı dağıtmıştır. Diğer taraftan
da devlet politikası olarak bu irfan ocaklarının paradigmasını yıkmaya
çalışmıştır. Sonuç olarak Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan da tekkeler ve
tekke kültürü tamamen silinmiş, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova da ise tekke ve
tarikatların İslam öğretilerinden taviz vermeleri ve İslamın esaslarından
oldukça uzaklaşmalarına sonuna kadar mücadele gösterilmiştir. Sonuç olarak XIX.
ve XX. Asırlarda çehresi tanınmayan bir tasavvuf anlayışı ve tekke
organizasyonu mezkur ülkeleri sarmıştır. Tabii ki tasavvuf ve maneviyata karşı
bu saldırı dünyanın genelinde mevcuttur. Materializm çağı yapacağını yapmış ve
dinin fenomen boyutunda da etkisini gösterip maneviyatı çehresiz bir din
anlayışı ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır.
Kanaatimce insanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik
açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri
sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı
dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden
inşasını başarmış bir paradigma ile mümkündür. Tekke ve tarikatlar ve
başlarında olan mürşitler bu perspektifi
çok güzel bir şekilde işlemiş ve esas fıtratını anlamış insan-ı kâmil anlayışında
temsil ettirmişlerdir ve günümüzde de güzel örneklerle yapabaileceklerini
inanmaktayım.
Makedonya’da
Müslüman entellektüellerinin toplumdaki yeri ve etkileri için neler
söyleyebilirsiniz?
Makedonyada
müslüman entellektüelinin toplumsal hayatın içerisinde etkili bir rölünün
olduğunu söylemek oldukça zor olduğunu söyleyebilirim. Aydın kişileri
yetiştiren kurumlar kuruldukları amaçlara hizmet etmek konusunda pek başarılı
olduğunu düşünmüyorum. Üniversiteler hem kısıtlı imkanlarından hem de
mikroburjuva anlayışlarından dolayı gerçek manada entelektüel yetiştirememekte
ve kaliteli aydınların olmaması aydın kitleyi siyaset ve değişik oluşumların
etkisi altında bırakmaktadır. Maalesef Makedonyada ki enetelektüel hayatın
içerisinde problemleri tartışma anlayışı tamamen ölmüş ve birçok problemler
evrensel çözüm üretme anlayışı ile değil şahsi menfaatler perspektifinden
bakılmaktadır. Yani bu karamsar bir tablo değil, tam tersine bir realite
tespitidir. Makedonya da toplumun ayakta kalabilmesi için mutlaka eğitim ve
öğretim kurumların güçlendirilmesi gerekmektedir ve idealist aydınların
yetiştirilmesi zorunludur.
Balkanlardaki
İslam anlayışında Türkiye’nin etkisi var. Bunun tek sebebi uzun zaman
Balkanların Osmanlı idaresi altında olması mı, yoksa bölgeye ait başka
faktörler mi etkili oldu?
Türkiye Cumhuriyetinin ve içinde yaşayan vatandaşların balkanlarla sadece fiziki
sınırlarla koparılamayacak bağları bulunmaktadır. Bu bağlar akrabalık
ilişkilerden başlayarak sosyal ve manevi hayatın birçok alanlarına
yansımaktadırlar. Özellikle Türkiye ile balkanlar arasında en önemli bağlardan
birisini kültür birliği oluşturmaktadır. Bu iki cümle ile ifade etmek istediğim
gerçek kaçınılmaz ve gözardı edilmesi imkansız olan bir fenomendir.
Osmanlı
Devletinin balkan bölgelerinden çekilmesinden sonra, 70-80 yıllık cumhuriyet
tarihinde, değişik sebeplerden dolayı Türkiye ile balkanlar arasında hissedilen
derin bir kopukluk dönemi yaşanmıştır ve bu kopukluk özellikle bu bölgelerde
otokton ve yerli olan müslümanların kültür kargaşası ve bunalımı yaşamalarına
sebep teşkil etmiştir. Son dönemde Türkiye Cumhuriyetini yetkililerinin balkanlara
doğru alakanın artması ve bu kültür kopukluğunun ve bunalımının ortadan kalkıp
gerçek ve köklerimize dayali kültürün yeniden inşası için faaliyetlerin
yapılması iyi niyetli çevreleri sevindirmiş fakat ard niyeti olan bazı
çevreleri de rahatsız etmiştir.
Bundan dolayı
hem yerli halklar olarak hem de dışardan olayı yorumlamaya çalışan herkes
Türkiye Cumhuriyetinin multietnik, multikonfesionel ve mültikültürel eksenli bu
samimiyetini görmek gerekmektedir. Bu gerçeği görüp tespit etmek özellikle
bölge insanı için ehemmiyet arz etmektedir. Nedenleri arasında en önemli olarak
şunları söyleyebilirim:
Türkiye Cumhuriyeti Balkan halklarının
öz kültürünü ve ortak kültürün ürünü olan unsurları yaşatmakla Osmanlı
döneminden bu bölgelerde devam edegelen ve günümüzde en çok ihtiyacımız olan
höşgörü, sevgi, saygı konseptlerinin yeni bir canlılık kazanmasına yardımcı
olmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti ve bölgede faaliyet
gösteren kültür ve yardım merkezleri insan ve toplum konularında devamlı
baskıdan uzak ve hümanist bir yaklaşım sergilemektedir. Maalesef böyle bir
yaklaşımı biz balkan halkları uzun zamandır unutmuşuz çünkü son yüzyılda her
kim gelmişse sadece bölmüş, parçalamış ve kanımızın dökülmesine sebep olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti bölgede asla ve
hiçbir zaman zorla ve baskıcı, bazı çevrelerin söyledikleri gibi, bir dini
faaliyeti olmamıştır. Tam tersine şiddete başvuran ve İslam düşüncesini son
dönemlerde ciddi sıkıntılara sokan, anlayış ve gruplara karşı,
cumhurbaşkanından son memuruna kadar, olduklarını devamlı söylemiş ve onların
geniş kitlelere etkisinin yayılmaması için elden gelen gayretini göstermiştir.
Türkiyenin bölgede mevcud olması
buralarda yaşayan halkların öz kültürlerini yaşamalarına ve höşgörünün
artmasına sebep teşkil edecektir. Zaten son dönemlerde yapılan faaliyetlerin de
bu doğrultuda olduğunu açıkça görmekteyiz.
Aynı zamanda Türkiyenin bölgede mevcud
olması dini aşırılıkların ve şiddetin önüne çıkılmasında en önemli etken
olacağından asla şüphe yoktur.
Türkiyenin dini anlayışı kültürlü,
sanatlı ve insanı yaşatmayı hedef seçmiş bir anlayıştır ve balkanlarda yaşayan
bizlerin en çok ihtiyacı olan da bu olsa gerek.
Hiç şüphesiz sıralanan gerçekler daha da çoğaltılabilir fakat en önemlisi
olayları gerçekçi bir gözle değerlendirip çifte standartlardan uzak durmaktır.
Gerçekçi olmayan ve konspiratif teorilere dayanan tespitlerden en çok zarar
görecek olan yine biz, balkanlarda yaşayan halklar, oluruz.
Günümüzde
Balkanlar’da İslamın durumu ne ? Tasavvuf hâlâ yaşıyor mu ?
Balkan
insanının İslam hamurunu aşk şerbeti ile yoğurmuşlardır. Ordulardan daha önce
boş ve tenha arâzilere yerleşen sufîler bir taraftan Allah rızası için gelip
geçenleri doyurmuş, diğer yandan da gayret, samimiyet, feragat ve
mütevâziliklieriyle etraflarındaki insanların gönüllerine girip onların manevî
ihtiyaçlarına hitap ederek onları din ve hakîkate davet etmişlerdir.Balkan insanında Peygamber sevgisi İslam dininin aşk
boyutu ağır basan bir ortamda gelişmiştir. Başlangıçtan itibaren Rumeli
insanında Peygamber efendimizin portresi şöyle çizilmiştir: “ Muhammed a.s.
bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş; bütün insanlara din, dil, ırk
farkı gözetmeksizin çok şefkatlı ve merhametli davranmış; Allahu Teala ona
şöyle hitap etmiş; “ ve gerçekten sen çok büyük bir ahlak üzerindesin”. Ve kezâ
şöyle buyurmuş: “ Allahın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür”, Allahu Teala
diğer tüm nebî ve rasüllerine ismiyle nidâ ettiği halde O’na-ikram ve tâzîm
kasdıyla, “ey nebî”, “ ey rasul”, diye hitap etmiştir. Ashaptan ona iman
edeceklerine ve yardım edeceklerine dair Allahu Teala söz almıştır.Allah O’nu
bir gece Mescid-i Harem’dan Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür.Peygamberlerin
tamamına imam olmuştur. Onu yüksek göklere ve en yüce makama çıkartarak
onurlandırmıştır. Allah’a yakınlaşmanın yolu Peygamber sevgisinden geçer, onun
için Peygamber ef. ismi zikredildiği zaman yer yer ayağa kalkılır, yer yer de kendine
çeki düzen verip salavat getirilir. Bundan dolayıdır ki cami kitabelerinde,
mezar taşlarında, tekke duvarlarında peygambere karşı bu aşkı ifâde eden
şiirler yazılmıştır.
İşte
balkanların İslam anlayışı asırlar boyunca bu eksenli idi. Son dönemlerde değişik
tarflardan gelen etkiler vasıtasıyla dinin geleneksel ve doğru olan
payandalarına toplumsal tezahür açısından oldukça zararlar yapılmıştır. Tabii
ki herkesin istediği gibi ınanması mümkündür fakat İslama ve kendisi gibi
inanmayanlara tehdit teşkil edecek ve zarar verebilecek anlayışların toplumda
yeri olmaması kanısındayım.
Tasavvuf
hem müessese hem de anlayış olarak hiçbir zaman Balkan insanından
uzaklaşmamıştır. Günümüzde de durum aynıdır. Tabiiki geleneksel olarak faaliyet
gösteren tekkelerde belirli sorunlar mevcuttur fakat günden güne Kuran ve sünnetten taviz vermeyen sufi ve
dervişler çoğalmakta ve mananın madde karşısında iki yüzyıldır kaybettiği
mücadele yeniden esas güzergahını bulmaya çaba sarfetmektedir.
Son
olarak Köprü Dergisi okuyucularına ne söylemek istersiniz?
Köprüleri unutmayalım, onları yıkmayalım çünkü köprüleri yıkan sırattan zor geçer. Baki mehabbet ile…
Поголемиот дел од јавниот дијалог за образованието и религијата почива во
интерпретацијата на правото, дефинирањето на улогата на државата, јавните и
приватните образовни институции и религијските тела. Почнувајњќи од
деведесеттите години на прочлото столетие дебатата за религијата и
образованието во Европа стана по комплексно поради разни фактори.
Сфатената улога на образованието во
националниот идентитет и национализмот во балканските судири кон крајот на
прошлото столетие го постави образованието како средишен фактор во врска со
фактот , какви врсти на граѓани и вредности се обликуваат кроз школовањето.
Судирите во разните страни на светот во почетокот на третиот милениумго
поттикнааа прашањето за можната врска помеѓу религијската индоктринација, и
псеудорелигијските творби во сите димензии на представувањео на
трансцеденталната идеа. Зголемениот плурализам во општествата, а посебно во
балканското општество, и барањето на правата од страна на малцинствата исто
така го доведоа во прашање политиката на образованието, и се концетрираа во
дискриминацијата на религијската традиција и вредности на малцинските религии[1]. Како одговор на ова, многу влади во Европа ги
преправаат или воведуваат нови образовни програми во кои учениците учат за
различните религијски традиции, који можеби постојат во таа замја, или пошироко
во светот. Исто така се посветуваа поголем интерес за разбирање на внатрешниот
и духовен развој на децата на поширок начин и неговата импликација за
образованието.
* * *
Веќе подолго време човекот е
зафатен, како би кажал познатиот Рене Гуенон[2]
со кризата на вистинската интелектуалност односно универзалните вредности као
што се доброто, убавото, племенитото, моралното, вредното итн., која оди паралелно со сеопштата материјализација
на светот во кој ние живееме. Уште во тридесеттите на прошлото столетие тој го
пишува делото Кризата на Модерниот Свет[3] во кое дело критички расправа за кризта на
современата наука, образование, филозофија, право и политика. Поради намаленоста на метафизичките принципи
односно поради губењето на врската со принципите повисокиот поредок (
ослободувањето од традиционалната метафизика во корист на метафизиката на слободниот човек), тој зборува за
нарушената рамнотежа која формира параноиден, неуротичен и агресивен човек.
Токму поради тоа од деведесеттите години па навака многу се зборува и пишува за
стегнувањето и одсутноста на Бог (севтото) во денешниот свет, одсутноста која
во себе ја подразбира, „ таа битна мака на нашиот дух„[4] Оваа мака во главном е содржана во
одвојеноста и спротивставеноста на
светото и профаното односно разореноста на целината на религиозниот феномен.
Процесот на релативизирање на содржнта нее отпочнато со целокупната
рационализација на модерните општества
како што мислеше Бебер, но уште порано во сколастичките дискусии околу релациата
помеѓу разумот и верата, од каде што религијата малку помалку почнува да се
сфати како привадна работа на секој поединец. Сфаќањето на религијата како
приватна работа на секој поединец покасно че резултира со разноразни форми на
неартикулирана, дифузна и субјективна религиозност на постмодерноа епоха.
Поради тоа во прошлите два столетиа религијата во главном ке завршува во
разините или на неразбирливото, ирационалното, крут легалитаризам (формализам
или некаква врста на нормативна религиозност која ја има изгубено секоја врска
со човекот и интелектуалноста. Луѓето на место да живеат со религијата, многу
добро приметува Ж. Мардешиќ, почнаа да ја трошат религијата.[5]
Овој феномен е лоциран од
страна на новиот светски систем на вредности, во период кога на многу злобен
начин почна да го земе „арачот„ од самото светско опчтество.
* * *
Духовното наследство бара цивилизацијска и вредносна општествена примена…
Приликите во кои ние се наоѓаме раѓаатмногу шанси, но исто така поставуваат
и многу прашања и пружат бројни изазови. Помеѓу другото тоа е поновно
рамотрување на цивилизацијата. Ние во Балканот, поточно во Македонија скоро сме
влезени во демократската епоха, иако како што ни е познато таа уште не е
прицврстено и потврдено. Перспективите се видливи но и проблемите се големи.
Физичкити бедеми се најопасни во човековата глава, а истите се повеќе се
множат. Многумина уште се ломат помеѓу старите сфаќања и новите желби. Во игра
се различни мотиви, стекнати навики и стари структури, којикакви повласици и
идеолошки фикции. Повеѓето од тие можат психолошки да се разберат, но
општеството никако не може да се оправдува, а уште помалку да се наслонува на
неа.
Но напротив, Историјските одскокнуваља се пожелни. Треба свесно и истрајно
да се работи. Да би се астварила демократијата, мораме за неа да се залагаме и
упорно да ја градиме, или подобро кажано да ја културизираме, образуваме и
цивилизираме.
За жал нашите историјски хипотеки се многу невкусни. Едноумието, за кое
често се зборува, не е единствен кривец на нашите недоразбирања и запрека за
демократското сфаќање на културата и образованието.Идеолошкото сопарништво и
препрка имаат длабоки корени во многуте промашени процеси во овие простори.
Нашето историско искуство околу тоа е многу негативно.
Зборувајќи за новите прилики, или подобро да кажеме за неопходноста на
присатвото на религијата во образованието и општеството и новиот пристап кон
општествените вредности треба јасно да се воочат две паралелни линии, који се
дополнуваат и изедначуваат помеѓу себе.
Сталното
потврдување на индивидуалните права и слободи од една страна, и
Практичното
афирмирање на заедничката општествена добробит на сите што шивеат под едно
поднебие.
Мислам дека историјата доволно не подучи дека: поединците во склопот на
еден народ, држава не можат да ги постигнат своите права , ако народот или
државатa во
целина во својата самосвојност и сувереност не ги поседува.
Верската заедница воопшто, па и Исламската, не е политичка партија али то
не значи да она не треба да се занимава со збиднувањата кои денес се случуваат.
Таа во својата срж без престанок го слуша длабокиот глас на Божјата Реч која
гарантира сошување на сигурноста, мирот и цивилизацијските токови. Јазикт на
верат е поносна кон цивилизацијата, зато што историски се докажува дека се
додека цивилизацијата со себе ја имала верата е развиена културата. Но, за жал,
денес е сосема обратно, цивилизацијата оди паралелно со политиката и силата и
не е свесна што ке се случи со неа, да ли ке биде полна со сукоби
(Хунтингтонова) или со мир и стабилност.
Држам до тоа дека тоа е нашиот позив. Нашата поука е најпогодниот начин на
новото етичко и религиозно вреднување и потврдување на цивилизацијските права,
културата и образованието, ослободено од негативното историско искуство.Со
промената на начинот на размислувањето, прагматичната инкорпорација на истото
во образовниот систем и ревалоризацијата
на општествените вредности од верски, етички, хуман и демократски аспект ке се
менува нашата општествена свест, меѓусебните односи, човекот и општеството во
целина. Тука не се зборува за прекорачување во туѓи подрачја или менување на
смислата на религиозното, туку се останува во самата обврска на религијата,
религиозната порака и пренесувањето на верското искуство, верскиот наук и
радосната вест. Се работи за актулизирањето на религијата во оваа време, за
начинот и акцентите од поширока димензија, во хармонија со приликите и
потребите на конкретниот човек во конкретните историски околности.
Нашите простори уште се наоѓаат под сенката на прошлоста и сегашноста, и
како такви тешко можеме да зборуваме, или поточно кажано немаме морално право
да зборуваме за овие вредности, за који голем дел од општеството мислат дека се
конспиративни. Кај нас многу прашања уште се наоѓаат под дебел слој на прашина,
што од себе ја отежнува идентификацијата на тоа што мора да се направи.
Ние како религиозни луѓе, како муслимани, свесни сне дека се наоѓаме пред
многу важни прашања и држам дека тие можат да се решат само во склопот на цивилизацијата
и културните вредности на човекот, а тие се: свеста за заедничка судбина и
соработка; човекот и системот; светските вредности во светлото на теологијата;
политиката како одговорност за заедничкиот живот и судбината на светот;
кмплементарна грижа за човекот, општеството, општествениот поредок; начинот на
који да се вклучиме во позитивната преобразба на општеството;
религиозниот-исламски позив и демократските перспективи; имамската- свештеничка
улога во општеството и воведувањет на веронауката во образованието; верниците и
нивното место во општеството; позивот и улогата на верската заедница;
перспективите на цивилизацијата и меѓуцивилизацијскиот дијалог и тн.
Се надевам дека веќе успеваме да излеземе од прошлото едноумие и
нецивилизована демократија на чист простор , со овозможување на верските
заедници да ја вршат нивната мисија на најдобар можен начин. Не би било сходно
да се падне под влијание на одредени медиуми и разноразни мистерни желби од центри кои не ни се познати, а кои
дваат искривена слика за религијата, а посебно за Исламот во светот, затоа што
разумот и културата не го дозволуваат тоа. Методите кои се користат денес во
одредени земји од Европа во овој правец
се покажаамногу погрешни. Тие се односеа кон муслиманите на тој начин шт ја
успорија нивниот процес на интеграција, затоа што се отвориа центри који во
ништо не се разликуваа од самопослуги. ,
а исто така не стигнаа да направат разлика помеќу обичниот и ученит верник.
Овој феномен доведе до тоа да , за жал, без разлика на (не)знаење на верникот,
се овозможи тие центри се водат од тој слој на неразликувани, па се појавијаа и
аномалии за самата верска организација а исто таа и за целосното општество.
Како би рекол, хрватскиот книжевник МАрко Марулич, теологијата долго време
беше сфатена како кралица на науките, поваѓајќи од тоа и од фактот дека нема ни
едно општество која нее базирана во религиозното искуство, не може да се
зборува за успешно и сврсисходно образование без присатност на религијата. Исто
така нема ни уметност и култура без религија. Култот на ладниот разум се покажа
потполно испразнет. Сега повеќе секогаш се потребни луѓе кои храбро ке
зборуваат за вистината, затоа што човекот никогаш како сега немал толку моќ во
свои раце. Човештвото не може да се наслонува само на научници и стручњаци,
затоа што универзитетите се повеќе „произведуваат„ стручњаци кои одговараат на
капиталот. Баш религијата и теологијата се тие кои што треба да зборуваат за
темелните вредности који се генератор на човекот и општеството. Научното истражуње
без етички критериуми од една страна,а идеолошко-политичко манипулирање со
заклучоците на науката од друга страна, како би рекол Супек, го доведе
човштвото до прагот на сомоубиствени потези.
Теологијат го постави каментемелникот не само на школството него и на
универзитетските студии-и кај муслиманите и кај христијаните-во Европа и во
светот, па затоа е многу нелогично таа што ја утемелила научната систематика, и
научната методологија да се сматра како ненаучна. Затоа треба да се истакне
дека ни се потребни високообразовани верници, а од те3олозите се очекува да го
нудат тоа што другите не го очекуваат.
Резиме
Ако религијата сама по себе е добра, зашто да ја нема во образованието. Све
што во себе е добро може да потикне само на добро. Човекот како најразумно
битие во земјата, има потреба да го запознае најсовршеното Битие, Бог. Него
сака да го сфати, да го сака, да му се пвери, да му го искаже својот почит и
култ. Веронауката во училиштата би им овозмижило на самите ученици да го
откриваат Бога, како најголемо добро, како прав и вечен пријателна она што ни
нуди смисол и вредност за светот и човекот.
Логичкиот темел за воведувањето на религијата во образованието е засновано
во овие аргументи:
Без доволно и објективно знаење за религиите, децата не
можат да ја разбираат многубројните аспекти на историјата, културата,
општеството и важната улога на религијата во животот на човештвото. Чак може да
се кажува дека образованието не е потполно без проучување на компаративните
религии или историјата на религијат и нејзиниот однос со напредокот.
Учењето за религиите им пружо корисни информации на
децата и на тој начин им помага не само да го разбираат современото
плуралистичко, мултикултурно и мултиверско општество, него им помага да во него
живеат заедно со другите.
Учењето за религиите и помага на децата да подобро ги
разбираат луѓето со различни верувања, културни традиции, обичаји, навики,
вредности и животни филозофиии за возврат би требало да ги оспособи децата да
развиваат разбирање, толеранција и почит за другиот.
Учењето за религијата ги стимулира децата за нивен личен
напредок и може да им помогне да стекнат способностида замислат алтернативни
начини на животот и рационално оценување на сопствениот избор во тој поглед.
Религиознотоучење во човекот ќе го активира и духовната
димензија на креативност со помош на која ќе може да се зборува за позитивни
резултати на науката, цивилазицајата и културните токови.
Охрид,27.10.2007
[1]
Како заклучок на гореспоменатите фактори Советот на Европа зеде про-активна
позиција во врска со интеркултурализмот во образованието и во учењето на
религиите. Така се организирани неколку меѓународни конференции во оваа тема.
[2]
Тој е типичен представник на гетеанистичкиот дух во европската култура на
двадесеттиот век, кој се труди да воспостави рамноте
А помеѓу Исток и Запад, не да ги помири нивните разлики
него заедно со разликите да ги доведе во плодотворна размена. Наслонувајќи се
на нејзината гетеанистичкаа срж, и современите антропозофијски покрети во
Европа се плодови на средновековниот културен, научен и образовен живот.