Tarih sürecinde veya belirli bir tarih döneminde dünyanın
herhangi bir bölgesinde insanî düşüncenin, ister ferdî ister toplumsal açıdan,
bir toplumun kendine yetecek kadar ayrılığını gösterecek bir durumu gözetmek
imkansızdır. İnsan kemale ve erdeme olan açıklığından dolayı her zaman
değişikliğe ve tamamlanmaya açıktır. Onun kendisi, toplum ve dünya
hakkındaki bilinci, Mutlak Hakîkatın
insana yansımalarını ifade etmektedir. İnsanda birleşen Hakikat ve yansımaları
arasında mevcut olan ilişki insanı devamlı düşünmeye ve farklı farklı şekilde
temsil edilmeye itmektedir. Bazan insan bu yansımaların teşvik ettiği
değişimlerin önüne sayısızca engel koymaya veya onları sınırlandırmaya çalışsa
da, Hakıkat yansımalarının tükenmeyen gücü bütün bu engelleri aşıp insan ve
dünyaya kemalin ve erdemin daha güzel yaşanabileceği ortamı yaratmaya doğru
hızla koşmaktadır.[1]
İnsanî varlık sûretinin devamlı değişim içerisinde olması onun merkezinde
Kemalin olduğunu ifade eder. Diğer taraftan Kemal değişmezliğin, ezelî ve ebedî ayniyyetin
ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında farklılık ayniyyetin fonksiyonel (bilfiil)
durumu ile ilgilidir, değişmezlik ise ayniyyetin potansiyel (bilkuvve) oluşuyla
bağlantılıdır.[2]
Gelenek, varlığı varlıksal boyutta basamak basamak
izlemekte, yukarıdan aşağa doğru hareket etmektedir, yani Kemal’den yaratılışa
veya yansımaya, üstten- alta, gaybî birlikten -çokluğa, …. Fakat geleneğin
diğer tarafında sûretin tam ters güzergahda gitmesi de imkan dahili
içerisindedir, yani altan-üstte, küçükten-büyüğe, süflî olandan ulvî olana ….Kemalin
yansımaları olarak gelenek ve onun hareketliliği ile aklın ortaya koyduğu
farklılık, kaynakları açısından ayniyyeti ifade ederler. Farklılıklar ise Kemal
yansımalarının coşkusundan fışkıran köpüklerdir.[3]
Çağdaş dönemde gelenek kavramı hakikatını tam manasıyla
yansıtmayan ve yanlış yorumlara yol açan şekillerde yorumlanmıştır. Felsefî
postmodernizm ve XX. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan dînî hareketlerden
sonra dîne ve topluma yaklaşım açılarında gelenek önemli bir paradigma teşkil
etmeye başlamıştır. Görünen o ki bugün gelenek her zamandan daha çok
araştırılması gereken konulardan biri haline gelmiştir. Gelenek kavramı ve onun
insan aklıyla ikişkisi çağdaş dünyada dîni anlamanın en karmaşık ve en
önemli sorularındandır. Aynı zamanda bu
iki kavram ve onların dindarlığın çerçevesi içerisindeki yorumlanması dinin
toplum hayatında ayakta kalabilmesi, gelişmesi ve geleceğinin başarılı olması
için oldukça önemlidir.[4]
İslam düşünce tarihinde akl oldukça yüklü bir manaya
sahiptir. Bu kavram bazan saf aklı
(ratio) yu ifade eder, çoğu defa da
müslüman alimler, filozoflar ve düşünürlerde insanın hikmeti algılama ve
yorumlama güçünü, yani akl ile kalb karışımını ifade etmektedir.Gelenek ise,
sünnet açısından bakıldığında dînin dört kaynağından birini oluşturan Hazreti
Peygamber’den nakl edilen haberleri ifade eder, hayat felsefesi açısından
bakıldığında da değişik tarih evrelerinde vahiy perspektifinin toplumsal
yorumlanmasını ortaya koymaktadır. Son dönemlerd birçok çevrede, hem akıl hem
gelenek daha çok bu değerlendirmede yapılan ikinci manaları ile önem
kazanmıştır.[5]
İslam düşünce tarihinde iki kavram da birbirini teşvik
eden ve yakın ilişkide bulunan bir konum arzetmektedirler. Bir taraftan düşünen
ve ilmî olarak geleneğin temel unsurlarını sistematize eden akl, diğer taraftan
da akla devamlı malzeme sağlayan ve İslam inancının kurumayan kaynağını temsil
eden vahiy ve sünnet, yani gelenek.
İslamın yorumlama geleneği, ister rasyonel (aklî) ister tradisyonel(
haberî) açıdan, ele alındığında içinde
saf vahyi ve saf aklı, daha doğrusu düşünmeyi ve inanmayı bir arada
barındırmakatdır. Her ne kadar akl veya vahy birinde ön plana çıkıyorsa da sonuç
olarak bu iki marifet kaynağından hiçbiri reddedilmemektedir.
Sünnet veya gelenek müslüman tefekkür zekasının tarih ve
toplum içerisinde tardisyonel değerlerini ve İslam maneviyatının genetiğini
temsil etmektedir. Aynı zamanda sünnet, müslüman düşünce geleneğinin (Traditia interpretativa) genel
simgesidir. Yani, Hazreti Peygamberin manevî şahsiyetinde temsil edilen, vahiy ve
güzel bir terbiye ile yoğurulan müslüman manevî zekasının gücüyle, Kur’an vahyı ve İslam inancı temel gerçeklerinin
yorumlanmasıdır. Bu anlamı ile sünnet, modernitenin diğer tarafında duran ve
bir değerler sistemini daire içerisine alan boyutu ortaya koymaktadır. Sünnetin
bu boyutu bir çağdaş düşünce terkibidir ve Réné Guenon’un ifadesiyle, karanlık
evrelerin işaretlerini veren kozmik dairenin genişlemeye, yeni
açılışa doğru fışkırmasını temsil
etmektedir. Çağdaş insanın içine düştüğü bunalımın kurtuluş ışınları gelenek
aynasının bu boyutundan yansıyan
suretlerle elde edilebilir. Başta Réné
Guenon,ondan sonra da Frıthjof Schuon ve Seyyed Hossein Nasr açık ve net bir
şekilde modernitenin dünyada sağlıklı yaşamak ve sistemli düşünmek için
ihtiyacı olan iki önemli manevî unsuru hatırlatmaktadır. Birincisi, dînî
zekanın metafizik baharıdır (mebde’)
diğeri de eskatolojik sonbaharı (meâd).
İkisi beraber insanî yaşamanın ve var olmanın nihaî hedeflerinin varlıksal
perspektifini ortaya koymaktadırlar. Bir yaşama ve düşünme modeli olan sünnetin
bu iki boyutundan dolayı, geleneksel düşünüş ve yaşayış, ezelî din (religio perennis), ezelî gelenek (traditia primordialis) olarak ifade
edilmektedir. [6]
Bu şekliyle gelenek ve din asla geçmişte vukû bulan bir
olay olarak algılanamaz. Çünkü eğer bir şey sadece geçmişte kalıyorsa o bir
değer ifade etmez. Değerler bağlamında geçmişin, şimdinin ve geleceğin pek
anlamı yoktur. Meselenin ilâhî yönüne baktığımızda bizim anlayışımızdaki
zamanın anlamı yoktur. Onun dünü ve bugünü veya gecesi ve gündüzü yoktur. İlâhî
kaynaklı unsurların da değeri ışık aldıkları İlâhî nûrun değişik tarihi evrelerde
mühtelif yansımalarla ortaya çıkan ezelî hakikatte saklıdır. İnsan tabiatı
gereği dünyaya gelişinden günümüze kadar birbirinden farklı tarih dönemlerinden
geçerek gelmiştir. Ezelî hakikat her dönemde belirli bir rengiyle topluma ve
düşünce sistemine yansımıştır. Çağdaş dönem hariç insan her zaman dünyayı İlâhî
nûrun bir tecellîsi olarak görmüştür. Modernitede ise dünya insanî îcatlar doğrultusunda
yorumlanmaktadır. Daha doğrusu kâinatın merkezine insan yerleştirilerek antropocentrik
hayat
anlayışı önem kazanmaktadır. Îcat edilenlerin îcat edilmeyenlere nazaran çok
daha az olmaları veya kainatta varlıksal kapasitelerinin çok az bir yüzdenin
kullanılmakta olduğunu bilinmesine rağmen, cüzî olanı küllî olandan tercih
etmek akılvarî bir hareket olmasa gerek. Burada akl, geleneğin çerçevesi
içerisnde yer alıp dünyayı ilâhî bir sûret
olarak algılamalıdır. Böylece yaşama ve düşünce sisteminin güçlü ve
kurumayan bir kaynağı olacaktır.
Kutsiyyet, hürmet, haram, dokunulmaz gibi kavramların yeri olmayan bir anlayışın,
bu anlayışta yaşayıp yetişenlerin geleneğin azîzliğini anlamaları kolay bir iş
değildir. Batı düşüncesi Descartes’a
kadar dînî-felsefî konularda yunan efsanelerinden (mithos) ve incilin kelimesinden (logos) sıyrılmış değildi. O döneme kadar hıristiyanlığın birçok
konulardaki kutsiyyeti düşünce platformlarında henüz mevcuttu. Ancak bundan
sonra Tanrı radikal bir sıçrama ile ( salto
mortale) geleneksel değerlerin kaynağı olma konumundan uzaklaştırıldı. Dînî-
varlıksal sübje olan Tanrı antropolojik sübje olan insanla değiştirilmiştir.
İnsan her şeyin ölçüsü, tarih ve tabiatın efendisi olmuştur. Belirli çevrelerde
dîni temeli olmayan bir hıristiyanlık veya modern insanın ölçüsüne uygun olan “Ölen Tanrı”[7] nihaî bir hakikat olarak
sergilenmektedir.[8]
Artık insanın nazarında kutsal bilim yoktur, tam tersine onun çabası ahlakiyeti
olmayan, tek kulanışlı, ruhsuz teknoloji peşinde koşmaktır.[9]
Geleneksel sistem ise bir elinde ahlakiyeti ve kutsiyeti
diğer elinde de aklı tutarak insanî asla uygun şekilde yeniden yapılanmayı
hedeflemektedir. İslam dîninde zihinsel faaliyet ve aklî çabadan mahrum olan
bir gelenek sistemi
düşünülemez.Geleneksel değerler sistemi iki şeye dayanmaktadır: Kutsiyyete eğer onunla ilâhi vahiy
kastediliyorsa ve kaynağı ilâhî nefhada olan ilham ve ikinci olarak ta manevî
açıdan kutsallığa, Hakikata, Fazilete bağlı olan akla. Vahiy ve Akl, dünyevî ve uhrevî olan ezelî hikmeti insan
boyutuna taşıyan Vahiy Meleği ve Marifet Meleği manevî şahsiyetlerinin
iki yüzünün ifadeleridir. İkisi de her zamanda Allah ve Onun sonsuz iradesinin
ışınlarıyla şeffaf hale gelmektedirler.
Geleneksel akl kavramı ezelî hikmet anlayışında sıkça
zikredilen aşkın zihinle eş anlamlıdır. Bu kavramla gelenekselliğin içinde
sünnet veya vahiy aklı kastedilmektedir. Geleneksel zihin veya sünnet aklını
çağdaşlık tanımamaktadır. O, ezelî hikmet anlayışı içerisinde kutsal olanın, takdis ve tekaddus’un kaynağıdır. Geleneksel zihin akla ulaşabileceği son
noktayı gösterip orada sınır çizgisini
çekmektedir. Çizgiyi çekmekle insana o çizginin diğer tarafında , tecellîler
olarak o dünnyadan içimizde birçok şey barındırmamıza rağmen, dokunulmaz bir
dünyanın olduğunu söyleyip dikkat çekmektedir. Yıldızların bu tarafındaki alem
ile irtibata geçtiğimiz veya elde ettiğimiz gibi o alemi elde edemeyiz. O alem
ile bizim çağdaş veya geleneksel olarak algıladığımız bu alem arasında maddî ve
üzerinde performansa geçilemeyen bir perde vardır. Perdenin diğer tarafındaki
karlı yüzey basılamaz ve maddî izler bırakılamaz bir yüzeydir.
Modernite ile Gelenekselliğin birbirine paralel olan iki tarihi evre veya
tarihin şu veya bu döneminde iki dönem olarak görmek te doğru değildir. Çünkü
gelenek peygamber şahsiyetinde toplanan teorik ve pratik en üst dînî değerlerin
birleşiminden oluşmaktadır ve bu değerler kalıcı ve ezelî kaliteyi
içermektedirler. Daha doğrusu bu manevî mîras tarihi tecrübenin parçalanmasına
izin vermemektedir. İçeriğini ilâhi kaynaktan, hızını da peygamberî kaliteden alan bir dünya görüşü ve hayat anlayışı
olarak gelenekselcilik insan tarihinin değişik yansımalarından oluşan güzel
kokusunu ve olmazsa olmaz temel taşını içinde barındırmaktadır. Orada
farkların, farklı kültür ve medeniyetlerin temelinde ayniyyet vardır. Farkların
temelinde ayniyyetin görülmesi din dili perspektifinde gelenekselliğin
modernitesini oluşturmaktadır. [10]
Bir zaman dilimi olarak değil de
bir ezelî ve kalıcı değer olan sünnete (geleneğe) dönüş imkanı var mıdır…
Eğer gelenek ilkelerinin talebine hayat ve fiillerimizle
cevap vermeye hazır isek, bu soruya, mümkündür,
cevabı verilebilir. Teorik açıdan İlâhî vahyı ve Peygamber efendimizin
sünnetini, hadisini kalıcı, harcolmayan ve kurumayan kaynak olarak kabul
ettükten sonra onlara yaşadığımız dönemde en iyi yaşayış ve anlayış modellerini
ve şekillerini oluşturmamız gerekecektir. Hayatımız her anda o mânalardan
etkilenip geliştiğini şahitlendirmek zorundayız. Hiç şüphe yok ki bu bir
süreçtir ve an meselesi değildir. Tam tersine aklın ve mîrasın düzgün kulanımı ile ilâhi ve peygamberî kaynaklı kalıcı
hakikatleri belirli zaman dilimine uzun
ve kaliteli bir süreç içerisinde sergilemektir. Böylece tarihin her döneminde
geleneksel manaların varlıksal açıdan tükenmez oldukları ve her nesil için yeni
ve uygulanır olmaları ortaya çıkar. Hayatımız vahiy ve sünnet ruhunda
şekillenmelidir. Geleneksel dünya görüşünün ruhuyla yaşarken, biz yaşantımızın
her gününde insanlıktan kaybettiğimiz şeyleri bulur ve toplumumuzda unutulan
iyi, güzel, faziletli, müteâl kavramların yeniden yapılanmasını sağlamış
oluruz. Geleneğe, vahiy ve sünnete, dönmek süreci içerisinde hayat ritmimizi
ilâhî irade ve bilgiye göre ahenkli duruma getirmek ve Peygamberin ruhaniyet
dolu mesajlarını hayatımızın kalıcı paradigmaları olarak kabul etmek zorundayız.
Geleneğe dönüş çağdaş medeniyetin iyi, güzel ve müsbet akımlarından uzaklaşmak
demek değil, onları kabul ederek öz zeka ve zihnimizin yardımıyla doğalarına
uygun olarak kavramlaştırmak ve her günlük hayatın çözümleri olarak görmektir.
Geleneksel insan ile çağdaş insan anlayışı arasındaki denge Allahı kainatın ve
tarihin tek efendisi olarak kabul etmek ve ferdî ile toplumsal açıdan yaşam
felsefemizin eskatolojik sonbaharını (mead) oluşturduğunu kabul ederek,
kurulabilir.
Çağdaş insan, geleneğe dönüş, derken genelde geçmişte
vukû bulan zaman ve zemine dönmeyi anlamaktadır. Fakat burada söz, başka bir
yere veya zamana gitmekte değil, insanın kendisine dönüp, maddî surlarla
çerçevelenen hayat anlayışından kurtularak varlığının asıl konumuna dönmesidir.
Aslına uygun olmayan yüzeysel kavram ve durumlarla karşı karşıya kalan modern
insanın mutlaka dînî ve kalıcılığı olan mefhumlara kucak açması gerekmektedir
Bu kucak açmak birçok açıdan onun dünya hayatını kolaylaştıracaktır. Konuyu bu
gerçeğin içinde yetişip, uçurumu hisseden Huston Smıth’in Why Religion Matters: The Fate of the Human
Spirit in an Age of Disbelief ( Din Neden Önemlidir : İnsan Ruhunun
Inançsızlık Dönemindeki Kaderi) adlı
kitabının son sayfalarından bir aktarma ile tamamlayacağım:
“ Din açısından müzikal olmak dinî hissiyata sahip olmak
demektir. Dînî hissiyata sahip olmak birbirine bağlı ve ayrılmayan parçalardan oluşmaktadır:
1. İnsanoğlunun kendi kendisine sormuş olduğu: Varlığın anlamı nedir? Acı ve Ölüm neden
vardır? Hayatı yaşamaya neden değer? Hakikat nelerden oluşur ve amacı nedir?,
soruları, insan, dînî hissiyat vasıtasıyla insan olmanın gerekçeleri olarak
görür. Onlar sadece spekülatif düşünceye meraklı olan insanların icat edip
ortaya attığı unsurlar değildir. Onlar
insanoğlunu insan kılan manalardır. Dînî hisler insanı Aristonun onu
nitelendirdiğinin ötesine taşımaktadır. Dîni bağlamda insan akıl vasıtasıyla
yukarıda zikredilen soruları yöneltebilen bir canlıdır. Bu soruların bizim
bilincimizde yer alması bize açık ve
seçik olarak nasıl yaratıklar olduğumuzu anlatmaktadır. İnsan oluşumuz o kadar
genişliyor ki biz o soruların içine dalıyoruz, değerlendiriyoruz, onlarla
ilgileniyoruz ve o ilginin bizi harcamasına izin veriyoruz.
2. İnsan bazan bu soruların ve cevaplarının uzak oluşundan
dolayı üzülür ve korkuyla dolar. Ancak sorular büyüyünce onlara verilebilecek
cevap imkanlarının çok olduğunu da görür.
3. İnsan dînî hissiyatla bu sorulara her zaman cevap
vermeye çalışır ve onları yok saymaktan uzak durur. Nihaî cevapları uzak görsede
onlara doğru adım adım yaklaşmayı erdemliğin ufuklarına doğru açılış olarak
görmektedir. Ufuklara doğru açılışta bizden öncekilerin tecrübelerinden de
fayadalaniyoruz.
[1]
Zihninizde şöyle bir dünya görüşü
canlandırınız, diyor İzutsu: Gerçekte ucu bucağı bulunmayan bir derya’dan başka
bir şey olmayan fakat kendi başına var olabilen bir su damlacığı olduğu
şeklindeki asılsız belirlenimi kendi kendine empoze edip inandıran bir su
parçası, ansızın ayılıp kendine gelmiş ve işin doğrusunun farkına varmıştır….
Fena ve beka tecrübelerinden kazanılan dünya görüşü su parçanın en sonunda
kazandığı dünya görüşüne benzemektedir…. Oluşum ve değişimlerle çalkalanıp
kaynayan dünya, onun gözünde , Mutlak Gerçekliğin sonsuz çokluktaki farklı
formlar içerisinde tezahür edip kendini açığa vurduğu uçsuz bucaksız bir alan
halini alır. Bu gerçeklik görüşü, İslamda kesret ile vahdet arasında
gerçekleşen dinamik, hassas ve zarif bir etkileşim temelini oluşturmaktadır…
İzutsu, Toshihiko, İslam Mistik Düşüncesi
Üzerine Makaleler, çev. Ramazan ertürk, İstanbul 2002, s.28.
[2]
Alemdeki şeylerin varlığı ve
dolayısıyla onların göreli gerçekliği Mutlak’tan neşet eder; onların formları,
çeşitliliği ve kesreti yani zaman, mekan, form ve sayı Sonsuzdan gelir; nihayet
onların nitelikleri- cevheri yahut arazi nitelikleri- de Kemal’den gelir. Kemal
yani Yüce İyi üç Tarz, ilahi İşlev içerir: Akıl yahut bilinç ya da hikmet, güç
ya da kudret ve güzellik ile saadetle örtüşen iyilik. Yüce Niteliklerini
ayrışıp yaratan, vahyeden ve faaliyette bulunan Tanrı’nın yani kişisel
Tanrı’nın Niteliklerini meydana getirdiği yer izafiyettir; tüm sonsuz derece ve
çeşitlikleriyle kozmik nitelikler O’ndan neşet eder. Frithjof Schuon, Varlık, Bilgi ve Din,İstanbul 1997,
s.28.
[3]
Yüce bilimle uğraşan İslam
metafiziğinin ilkeleri vahiyden istinbat edilip tevhid ilkesine
dayandırılmaktadırlar. İnsan dünyasını tüm yönleriyle kuşatan kapsayıcı bir
dînî gelenek olarak İslam, kişinin yalnızca ne yapması ya da yapmaması
gerektiğiyle ilgilenmekle kalmaz onun ne bilmesi gerektiği ile de ilgilenir.
İslam bilgiyi ruhun kurtuluşunu sağlayan ahiret hayatında olduğu kadar bu dünya
hayatında da insanı refaha ve mutluluğa eriştiren en merkezî araç olarak
görmektedir. Müslümanlar tabiî, sosyal ve diğer bilimleri Allahın birliği yani tevhid
prensibine dayandırmaktadırlar. İslamda dînî şuur, özünde Allah’ın Birliği
şuurudur. Bilimsel ruh, bu dinî şuuru karşısına almaz; çünkü o, dini şuurun
bütünleyici bir parçasıdır… . Krş. Stenberg, Leif, “ The Quest for a Sacred Science- the Position of Seyyed Hossein Nasr”,
The İslamization of Science:Four Muslim Positions Developing an İslamic
Modernity, Lund 1996, s.147 ile Bakar Osman, Gelenek ve Bilim, çev. Ercüment Asil, İstanbul 2003, s. 17-18.
[4]
Modern dünyada dinin çeşitli yönlerinin görmezlikten gelinmesi veya modern
amaçlar doğrultusunda yorumlanması, dine biçilen değer ve dinin alanının
daraltılması, dinin gerçek manada algılanışına ters düşmektedir. Sosyal düzeni,
kendi bütünü içinde dini türeten, türettiği bu dine bazı kısıtlamalar getiren
ve kendi prensibini kendi içinde taşıyan bir dozen olarak görmek yerine, diyor
Guenon, bugün, sosyal düzenin öteki unsurları arasında ve onlara denk bir
unsurun da din olduğunun düşünülmesi istenmektedir. Bu durum ruhani olanın
maddi olanın içinde eritilmesi anlamına gelmektedir. Meselelerin bu şekilde ele
alınması dinin beşerileşmesi ve humanistic bir hale gelmesi demektir…. Guenon
Réné, Maddi İktidar Ruhani Otorite,
çev. Birsel Uzma, İstanbul 1992, s.50-51.
[5]
Réné Guenon tarafından gelenek, açık
bir biçimde, ilahi kaynaklı ilkeler ve bu ilkelerin geleneksel medeniyetlerdeki
metafizikten şiire, müzikten siyasete kadar birçok alandaki uygulamalarını,
asırlar boyu içine alan bir kavram şebekesi içinde adlandırılmıştır. Bkz.
Yılmaz, Hüzeyin, Ezeli Hikmet ve Dinler,
İstanbul 2003, s. 30.
[6]
Kahteran, Nevad, Perenijalna Filozofıja (Sophia Perennis) u
mişljenju Réné Guenona, Frıthjofa Schuona i Seyyeda Hosseina Nasra,
Sarajevo 2002, s. 37-38.
[7]
Deli, elinde bir fenerle Tanrıyı
arar ve çevresindeki inanmayanlara şçyle haykırır: “ Tanrı kayıp mı oldu? Yoksa
bir çocuk gibi yolunu mu şaşırdı? Ya da bizden mi korkuyor? Mutlaka bir gemi
ile yollanmıştır veya göç etmiştir!..” Sonra deli, “ Tanrı nereye gitti?” diye
tekrar seslenir ve karşılık almayınca: “ Tanrıyı biz öldürdük”… diye
bağırır.Sena, Cemil, Tanrı Anlayışı,İstanbul
1978, s. 441.
[8]
Modern Batı’nın hıristiyan olduğu
söylenir. Bu bir hatadır. Modern zihniyet hıristiyanlığa karşı (antichrétien)
dır. Çünkü temelde “ an’ane” ye (tradition), dine karşıdır. Şüphesiz Hıristiyanlık’tan
bazı şeylerin, çağımızın bu “ antichretien” medeniyetine ister istemez ve
dolaylı yollardan geçtiği …. Batı Ortaçağ’da hıristiyan olmuştur, artık şimdi
değildir. Bkz. Tahralı, Mustafa, “ Batıdaki
İhtidâ Hâdiselerinde Tasavvufun Rolü” Uluslararası Birinci İslam
Araştırmaları Sempozyumu, 9 Eylül Üniversitesi, 16-18 Eylül 1985, İzmir, s.
151.
[9]
Edith Wyschogrod “… Modernizim
antiseptik atmosferi azizlerin nefes almasına müsade etmez… derken bu gerçeği
çok güzel bir şekilde ifade etmiştir. Wyschogrod, Edith, Azizler ve Postmodernizm, İstanbul 2002, s. 13.
[10] “Ayniyyet” ve “Gayriyyet” konuları İbn Arabî tarafından Fusûs’ta işlenen konuların arasında da yer almaktadır. Bkz. Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I, haz. Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın, İstanbul 1999s. 40-41.