Yirminci yüzyılın insanı, fizyonomisini büyük ölçüde kaybettiği bir zamanda yaşıyor. Bu, insanın doğa ilkesiyle, yani logosla olan anlaşmasını büyük ölçüde unuttuğu bir zamandır. Bildiğimiz dünya, çeşitli figürler ve eşsiz mimiklerle doludur. Doğanın figürleri bazen farklı bazen de aynı atmosfer içerisinde renkler ve şekiller halinde bize yaklaşır. Bu fizyonomide özgürlük, tüm kavramların ayrı ve karşılıklı olduğu gözlem ağında ifade edilir. Heidegger’e göre sanatçının özel statüsü olan ya da hakikatin harekete geçmesi olan bireysel algı yeteneğini ya da özgün gözlem yeteneğini kaybetmemişse medeniyet kaybolmuş demektir, ve bu durumda modern sanatta bütünlüğün zedelenmiş olduğunu sonucuna varmak zor değildir. Belki de bu gerçeği en iyi şekilde Albert Camus gözlemledi. Bundan 50-60 yıl önce, dünyanın harap olmasının, akıl ve kavramdan arındırılmasının, yani dünyanın sağırlaştırılmasının, körleştirilmesinin tek yolu olan tüm dünyayı yağmalamak isteyen teorinin mantığını tartışmıştıö ve aynı zamanda başlı başına bir teori şle ortaya çıkmuştı. Şöyle diyor: “İnsanı doğaya ve hayata bağlayan kökleri kesmekten başka çare yok. Bugünün kitapları kalbin inceliklerini ve aşkın hakikatini değil, yalnızca suçlama ve ithamların yargıçlarını, süreçlerini ve mekanizmalarını ele almaktadır ve bu da tesadüf değildir. Evrensel güzelliklerin önündeki pencereleri açmak yerine, yalnızlığın utancı ve çaresizliği karşısında kaygıyla kapanıyorlar”.[1]

Ama bir yandan medeniyet ilerlemesinin bedelini ödediğimiz gözlem ve duygunun ıssızlığıyla karşı karşıya kalsak da diğer yandan doğanın dili diyebileceğimiz şeyin gölgesiyle karşı karşıyayız. Bu gölge, sanatta ve edebiyatta korunmuştur. Kavrama güçleri olarak özgürlüğün ifadesini çerşevelemiş ve özgürlük onların en eksiksiz görünüşünü oluşturur. Burada Hegel’den, onun idealizminden, mutlak ruhun sanat, din ve hatta mutlak felsefe aracılığıyla zafer kazandığı yerde bahsetmemiz gerekir. Hegel, Avrupa düşüncesinde ve ötesinde bir bütün olarak yeni çağa ilham veren filozoftur. Büyük Alman filozof Georg Wilhelm Friedrich Hegel’in (1770-1831) geniş felsefi anlayışına dayanan estetiği, Baumgarten’den başlayarak kendi zamanına kadar Alman estetikçilerinin uzun zaman önce aradığı yüksek hedeflere ulaştı. Rudolph Eucken’in değerlendirmesine dayanan, ancak Aristoteles’inkiyle kapsayıcılık açısından ölçülebilen, disiplin ve titizlik açısından kıyaslanamaz olan felsefi sistemindeö estetik, fikir zenginliği ve düşüncenin çok yönlülüğüyle öne çıkıyor. Sorunlara yaklaşımı ve estetik olguları değerlendşrme sayısız analizlerle doludur.[2]

Sonuç olarak insanların bugüne ve geleceğe daha fazla odaklandığı bir dönemde geçmişin estetik değerleri hakkında yazmaya gerek olup olmadığı zorluğu ve ikilemiyle karşı karşıya kalıyoruz. Bugün geçmişe ilgisiz görünüyoruz. Bu duygu, geçmişte yapılan hatalardan dolayı sıklıkla karmaşık olarak sunulur, ancak bazen de özeleştiri ile yüzleşmek istemediğimiz için de olabilir. Estetik tarihinin öncelikli görevi, geçmişin estetik ve sanatsal meselelerini olumlu ve olumsuz yönleriyle parlak bir biçimde sunmak, aynı zamanda geçmişteki toplumsal hareketlerin ve gelişmelerin izlediği yolları ve niteliklerini temel bilgilerle incelemektir. Bu sayede geçmişle doğru ilişki kurularak olumlu değerler taşıyan kesimlerin geri çekilmesi, gerçeğe ve zamana uymayan şeylerden kaçınılması fırsatı elden kaybolmuş oluyor.

Estetik teorik ya da daha doğrusu felsefi bir disiplin olarak geçmişte insan ırkının kültürel ve sanatsal inşası alanında ortaya çıkmıştır. Sonuç olarak estetiğin metodolojisini inşa etmede estetikçilerin yorulmak bilmeyen çalışmaları görülmektedir. Gırliç, kapsamlı Estetik adlı eserinde estetiğin konusunu ve onun temel yöntemini tartışıyor. Estetiğin felsefi bir disiplin mi yoksa bağımsız bir disiplin mi olduğu konusunu tartışıyor. Gırliç, estetiğin genellikle diğer ilgili bilimlerle sürekli bir mücadele içinde oluştuğunu ve bunun sonucunda büyük ölçüde bilimsel olmayan olarak değerlendirilebilecek kendi eylem alanını inşa ettiğini ifade ediyor. Estetiğin, ele alınan biçimiyle sanat teorisinden ayrılacağı yer burasıdır; sanat teorisi, farklı sanat dallarının yaratılması ve anlaşılmasına ilişkin genel teorik öncülleri inceler, estettik ise velud düşüncenin sanatın doğuşuna ve yok oluşuna odaklanır, değerlendirir ve anlamaya çalışır. Olguların, belirli somut sanat okullarının yönelimlerinin ışığında sanat sosyolojisi, farklı dönemlerde sanat ve güzellikle karşılıklı ilişki içinde olan toplumsal temelleri inceler. Oysa felsefi estetik çalışmaları, eğer gerçekten sanatın özüne nüfuz etmek istiyorsa, söz konusu disiplinlerin çalışma sonuçlarından hiçbir şekilde kaçınmaz veya bunları göz ardı edemez.[3]

18. yüzyılın ikinci yarısına kadar “estetik” kavramı ayrı bir bilim dalı olarak güzellik felsefesi olarak kabul edilmiyordu. Estetik geç geldi, konu ve sorunlar ise daha isminden önce de vardı. Bu kavramı geniş boyutuyla, güzellik ve sanat düşüncesi olarak ele alırsak, onun doğuşunun insanlık düşünce tarihinin büyük bir bölümünde mevcut olduğunu görürüz. Güzellik ve sanat düşüncesi felsefenin kendisi kadar eski iken , bu düşünceleri sistematize etmeye çalışan estetik daha yenidir.

Eski felsefe, güzeli, düşüncenin nesnel bir niteliği olarak görüyordu. Konuya ve onun gözlemsel ve bilişsel yeteneğine bakılmaksızın, mefhumlar özünde gözlemlenirdi. Böylece zaman zaman insan bilincinden bağımsız olarak merkeze alınan bir değerler sistemi olarak öne sürülmüştür. Güzellik, onu mümkün kılan öznel tatminle tanımlanıyordu, ancak güzellik fikri, uyum ve ölçünün hakim olması gereken bir dünya yaratma olasılığına indirgeniyordu. Güzellik kendi başına ebedi ve sonsuzdur, mutlak ve değişmezdir. Platon’a göre onun ideali, diğer herhangi bir fikir gibi, hiçbir şekilde bireysel varoluşa bağlı olmayan bir kavramı temsil eder. İdealin herhangi bir bireysel biçimde var olma veya kurulma olanağı yoktur. O mükemmeldir çünkü varlığın doluluğunu kendi içinde barındırır. Gerçekte güzellik kendinde olabilmektır. İdeal içerik için olduğu kadar gerçek içerik için de gerekli olan dış şekil ve boyut ile aralarındaki fark bizi sanatın ideal temsili ile doğanın ideal temsili arasındaki ilişki sorunuyla karşı karşıya getirir. Çünkü onun dış unsuru doğa dediğimiz şeyle ilgilidir. Bu bağlamda eski sorun henüz çözülmedi: Sanat, doğal olanı dışsal bir varlık olarak sunmalı ya da doğal fenomenler büyütülmeli ve yeniden eğitilmelidir.[4]

Çağdaş insan anlamlı yaşama daha az inanırken, kendisini önceden tanımlanmış bir teleolojik sistemin bir halkası olarak bile görmek istemez. İndividualizmin ortaya çıkışı, gelenek evreninin aşınmasını, büyük kozmolojilerin kapanmasını, birçok felsefi disiplinin ve aynı zamanda estetiğin nesnelci ve hiyerarşik vizyonlarını beraberinde getirdi. Geçmişte insan ırkının içinde yaşadığı manevi çekirdek bu şekilde yok edilmiştir. Bu yeni durumda insan kendiyle yüzleşmiş ve yalnızca kendine güvenmeye başlamıştır.

Estetiğin ayrı bir disiplin olarak sunumu tam da bu bağlamda yer alabilir. Görünüşü, büyük ölçüde konusu, gözlemi ve bilişsel gücü etrafında dönen çağdaş çağın habercilerinden biriydi. Avrupa kültürünün modernizme dönüşü, estetiğin özel bir araştırma alanı olarak sunulduğu ve aynı zamanda çağdaş döneme işaret ettiği 18. yüzyılla ilgilidir. Bu bağlamda 18. yüzyıl yeni bir çağın başlangıcı olarak kabul edilirken, Estetik de onun gelişinin ana işareti olarak kabul edilmektedir.

O zamana kadar sanat ya da tamamen felsefi açıdan tartışılan Estetiğin sunumu ve güzellik konularına odaklanması, estetiği, kavramı, konusu ve metodolojik temelleri meselesiyle karşı karşıya getirecektir.

İster bilimsel ister felsefi olsun her disiplin, ayrı bir bilim alanı olarak benimsenmek istiyorsa iki epistemolojik hipotez sunmalıdır.

  1. Araştırma konusunu özerk ve ayrı tutmalı ve
  2. Öznenin özerkliğini sağlayacak yöntemi bulmalıdır.

Estetik bu iki hipotez arasındaki bu savaşı iki buçuk asırdır yani, bu isimle adlandırıldığı andan itibaren yürütmektedir.

Estetik kavramı ve konusuna ilişkin estetikçilerin araştırmaları ve görüşleri bizi, güzelliğin mutlaka estetiğin temel ve gerekli kavramı olarak kalması gerektiği, ancak üç temel biçimiyle tartışılması gerektiği sonucuna götürmektedir: temel güzellik, doğal güzellik ve sanatsal güzellik. Üçü de hem bireysellikleri hem de aralarındaki kavramsal ve işlevsel ayrım dahilinde değişik düşünürler tarafından tartışılmıştır. Hegel Estetik adlı eserindegüzelliğin tüm bu anlamlarını uzun uzadıya tartışacak ve tarih boyunca güzelliğe dair düşünceleri sistemleştirmeye çalışacaktır. Sonuç olarak sanatsal güzelliğin estetik araştırma alanında tartışılması gereken güzellik olduğunu benimseyecektir. Üç güzellik türü arasındaki verimli ayrım, miras alınan estetik alanın büyük zenginliğini ortaya koyarken, çoğu durumda çağdaş sanatta görelileştirilen güzelliğe gerçek anlamını verir.

Estetik, bulunabileceğini düşündüğü her yerde güzelliği arayacaktır, ancak onun özgünlüğünü tespit etmek için, güzelliğin çekici yüzünü tanıyabileceği gerçek araca sahip olması gerekir.

Estetik, gerçek doğasını keşfetmek için güzelliğin ve sanatın doğuşunu araştıran bilişsel bir disiplindir. Bilişsel bir disiplin olarak, ulaşılan bilginin kaynaklarının ve ona ulaşma yönteminin ayrıntılı olarak paylaşılması ve açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.

Felsefi konuların ciddi şekilde araştırılması, insanoğlunun çeşitli olguları anlama ve onların hakikatini keşfetme konusundaki derin ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bu arzu veya ihtiyaç bizi, incelediğimiz konuyla ilgili kaynak gerçeğe ulaşmak için geçilmesi gereken kapılara yaklaştıracaktır. Felsefi kökene sahip disiplinlerden biri olan estetik, güzelliğin ve sanatın sırrının kaynağının kapılarına ulaşmanın mümkün olabileceği kendi kişisel yolunu arar. Sonuç olarak, çalışma yolunun veya yönteminin tamamen felsefi ve manevi deneyimlerden kaçamayacağı konusunda açık olmalıyız. Estetiğin , özerk bir disiplin olarak benimsenme çabası içinde, bazılarının konusu için risk oluşturduğunu söylese bile, insan algısının tüm biçimleriyle ilgilenmesi gerekmektedir.

Estetiğin tüm tarihi, estetik araştırma ve çalışmanın gerçek yöntemini belirleme çabalarıyla doludur. Sonuç olarak genel felsefenin kendisi gibi estetik de sorunu bir bütün olarak çözme sorunuyla karşı karşıya kalmaktadır. Çağdaş bilimsel düşüncenin ampirik bulgular ve güçlü çıkarımlar bağlamında maneviyatla  biraz daha ilgili olan disiplinleri katmak zorundadır. Aksı takdirde  estetiğin ayrı bir disiplin olarak inşa edildiği çağdaş zihniyet, felsefi düşüncenin değil de sadece sayısal analizlerin toplamı olarak önümüze çıkacaktır.[5]

Eğer estetik sorunun çözümü yoksa bunun suçu nerede…?

Modern dönemde sorun doğru şekilde sunulmadı mı?

Düşünce tarihi böyle bir şeyi kabul edemez, çünkü bu, filozofların düşünmeyi bilmedikleri anlamına gelir ve bunun sonucunda da felsefeye dayalı olduğu için bilimsel metodolojinin tamamı boşa gitmiş olur. Belki de felsefi düşünce tarihindeki farklı yönelim ve dönemlerin, sorunun bütünüyle belli bir zaman ve mekân çerçevesinde sunulamamasında etkili olduğunu söylemek mümkündür. Düşünce tarihinin, yani felsefenin ve bunun sonucunda da estetiğin her dönemi, maddi, aşkın, hayal, şüphecilik vb. gibi temel bir eksen üzerinde yoğunlaşmış ve çözümü felsefeden uzaklaşarak daha yüzeysel yaklaşımlara kaymıştır. Örneğin, Orta Çağ, insanı içkinliğin boyutunu çok az tartışmış ve esas olarak aşkınlık üzerinde yoğunlaşmıştır. Öte yandan felsefi pozitivizm dönemi, yeni çağ ve çağdaşlıkta teolojik söylemi ve Tanrı’yı felsefe ve estetikten ötekileştirilecektir. Ancak sorunun doğru sunulmadığı modern ve yaşadığımız dönem için geçerli olduğu rahatça söylenebilir.

Acaba sorun sonuçta çözülemez mi?

Sorunun normal çerçevesinde sunulduğu ve yeterli olduğu ancak bu sorunun çözümünün insan aklı çerçevesinde mümkün olmadığıda tartışılabilecek konulardan biridir. Franz Kafka, insanın doğası gereği özgür olmadığı sürece asla yanıtlayamayacağı sorular olduğunu söylüyor. Rasyonel ve yaratıcı akıl, özne ve hayali sınırlar dahilindeki soruları yanıtlayabilir, çünkü hem özne hem de nesne göreceli bir yapıya sahiptir. Bu düşünce tarzında epistemoloji ve ontoloji uyum içinde değildir. Sanat, felsefe ve din (Hegel) gibi ruhun içindeki disiplinlerde, bilgi platformu varlık platformuyla aynı paralelde değilse doğru epistemolojik yanıtları bulmak mümkün değildir. Veya mutlak aklın konusu olan sorulara gerçek akıl cevap veremez. Böyle bir sorunla esas olarak din felsefesi konularının ve dolayısıyla din estetiğinin değerlendirilmesinde karşılaşıyoruz. Estetik yine de özgünlük ve yeniliğin saygın sanatsal geleneklerin neresinde olduğu sorusuna cevap vermek zorundayız.[6] Bu, yansımanın kendisindeki (mimesis, Aristoteles) taklidin taklidinde mi (gölgenin gölgesi, Platon) yoksa Bir’in maneviyatının ve yansımalarının (Plotinus) taşınmasında mı gizlenmekte? Aristotelesçi estetik teorilerini merkeze alan mimetik gelenek, Rönesans ve modern dönemde ivme kazanarak, Orta Çağ’da oldukça saygın olan ve kökleri uzak doğu ve Mısır’ın eski geleneklerine dayanan Platon ve Plotinus’un teorilerini marjinalleştirecektir. Kadim kültürlerin antik çağla olan bu etki çizgisi, ilahî vahiy ile başlayan ezeli hikmet konseptine odaklanmadan sorunun çozilmesi imkansız gibi görünmektedir.

Hakikatlerin çokluğu ve herkesin kendi hakikati olması mümkün mü?

Kişisel ya da grup doğrularının bir sonucu olarak bu doğrulara çözümler de sunulmaktadır. Yeni çağın insanı, kendisini evrenin merkezine yerleştirdiği için daima karşı taraftaki sorunları ve eksiklikleri görür. Doğruların daha fazla olduğu tespit edilirse sorunun çözümsüz olduğu doğrudur. Ancak daha fazla gerçeğin varlığı aynı zamanda evrendeki yaşamın anlamını da göreceli hale getiriyor. Yıldızların, güneşin doğuşunun, ayın, doğumun, ölümün farklı hakikati olamaz çünkü kaosa dönüşürler. Kâinatta var olduklarından beri aynı hareket tarzıyla konumlarını korurlar ve hakikat yönünden statiktirler, gözlem tarzlarında ise çoğulculuk ortaya çıkar. Hakikat, estetik anlamıyla değişmez, yaklaşımlar, tesadüfler, nüanslar vs. değişir. Sonuç olarak görelilik, güzellik ontolojisinin değil, tefekkür olgusunun bir sonucu olarak sunulmaktadır. Metafizik estetik ya da ezeli gelenek, her zaman ontoloji ile sanatsal bilgi ve beğeninin dereceleri arasındaki bu paralelliği kurmaya çalışmıştır. Güneşi tek bir güneş olarak ele almış, ona yönelik yaklaşımlar ise göreceli ve bireysel gözlemlerin nüanslarından ibaret olduğunu ifade etmiştir. Hakikat vahdeti bir karaktere sahipken, yalnızca ona yaklaşımlar çoğulcudur. Felsefe ve estetiğin çözüm oluşturamaması hedef spmasından dolayıdır. Hakikat çoğul olarak düşünülürse yansımalar gerçeğin yerşni alır ve çözümler yerine belirsizlik ortaya çıkar. Sanat ise belirsizliği sevmez ve yaratıcı olamaz.[7]

Veya her cevap konunun sadece bir yönünü mu kapsıyor…?

İnsan sınırlı olduğu için hakikatın bütününü asla parçalayamaz. Parçalama felsefesi daha ziyade pozitivist teorilerin karakteristik özelliğidir ve hakikatin ortaya çıkması için çemberin tamamlanmasını, tarih boyunca gelişecek bir süreç olarak görmektedir. Kısacası toplumsal evrim, gerçeğin daha büyük bir kısmının ortaya çıkmasını beraberinde getirecektir. Gerçeğin resmi, bir nevi sonsuz mozaik gibi adım adım insan çabasıyla tamamlanacak.

Hakikatin çeşitli platformları ve kaideleri olduğu, dolayısıyla her birinin belli bir manevi yapı için geçerli olan kendine özel düşünce formlarının olduğu bir gerçektir. Oysa göreceli gerçekler, varlığımız ve deneyimlerimiz ile doğru ilişki içinde olduklarında gerçek haline gelirler.

Çağdaşlık maalesef dışlayıcı anlayış ve eski olan her şeyin köhne, çürümüş, geri kalmış olduğu şeklindeki dünya görüşü nedeniyle dünyayı ideolojik bir biçimde öznelleştirmiş ve bunun sonucunda da “yaradılış ilkelerinin aptallığı” şeklinde bir zihniyet yaratmıştır. “Yeni”ye duyulan hayranlık, geçmişle olan bağı ve sürekliliği koparmış, yaşanılan ortam insani özgünlüğünü yitirmiş, daha da kötüsü hayvan ortamına dönüşmüştür. Teoride kesin olarak gösterilse de (Fukuyama, Huntington) sürekli değişen çağdaş uygarlık kavramları, hayatın farklı alanlarına ait ilkeler bağlamında birçok farklılıklara, çelişkilere, belirsizliklere sahiptir ve bu, büyük ölçüde, yeninin sürekli sunumu şeklindeki tüketici felsefesinden etkilenmiştir. Zaten göründüğü gibi, hiçbir şeyin diğeriyle ortak bir yanı yoktur ve yeri doldurulamaz otoritenin yerini alan aşırı bireysel iradenin yönlendirdiği insanların dünya görüşünü birbirine bağlamaz. Güzelliğin tüm tanımları incelenirken bu tür otoriteler estetiğin ve güzelliğin temel unsurlarına izin vermez.

Estetik ve medeniyet krize dayanamaz. Kriz ve değerlerin görelileşmesi ise modern evrenin kaçınılmaz yankısı haline geldi. Ruhun söylemsel mantık yoluyla maddeleşmesi, kendisine göre sorulabilecek soruları nihai hale getirmiştir. Medeniyet ve estetik soruları gerektirir, ancak bunların sonucunda çeşitli yaklaşımlardan, farklı dünya görüşleri, felsefeler, bilgelikler arasındaki diyaloglardan vb. çıkarabileceğimiz cevap olasılıklarının kapalı olmaması kaçınılmazdır. Ama bu, maalesef olmuyor. Dogmatik biçimiyle çağdaş uygarlık, sorunu dünya görüşleri aracılığıyla çözme olanaklarını kapatmış ve sürekli bir referans olarak aşırı bireycilik, ileri kapitalizm ve kişisel çıkardan oluşan dünya görüşüyle ​​insanlığı otoriter bir şekilde yönetmektedir.

Sonuç

Estetik deneyim sırasında kişi bir yandan duyulara güvense de onların ötesine geçerek kendine ya da deneyimlediği nesneye özel bir öznellik kazandırır. Bu nedenle estetik deneyim zorunlu olarak aşkın deneyimle veya aşkınlığın kendisiyle ilişkilidir.

Medeniyet tecrübesi zorunlu olarak insan öznesini ve gerçekliğini gerektirir. Eğer gerçek bir deneyimden bahsedeceksek yine de konu ile gerçeklik arasında bir buluşma noktasının olması gerekir. Kutsal, ona inananlar, onu hisseden ve ondan etkilenenler için gerçeği ifade eder. Kutsal olan, yalnızca vahiy açısından değil, semavi dinlerde de mitolojide de gerçekliği deneyimlemenin temeli olmuştur. Mitler, insanların dünyayı ve kutsal olanı nasıl anladığının veya ona nasıl anlam yüklediğinin sembolik anlatımlarıdır. Kutsal olan ve onun ifadeleri melodi gibidir, her icra edilişinde ikinci kez doğar ve farklı formlarda canlılığını korur.

Son ilahi vahiy olan Kur’an da böyledir.  Onun her ayeti, her yeni okunuşunda ikinci kez doğar ve bunları şerh etme geleneği ölü değil, yaşayan, kurucu bir gelenektir; aynı metne sahip olan, ancak farklı dönemlerde dinleyiciyi farklı şekillerde yücelten bir gelenektir, sanatsal olduğu kadar entelektüel boyutta da böyledir.

Kutsal gibi sanat da yalnızca duyuların ve görünenin sınırlarına dayanmaz. Bunlar sonsuzluğun melodileridir ve onlarda öznenin nesneyle ilişkisi ayrı değil birleşiktir.

Hakikatö dün olduğu gibi bugünde sanat yoluyla, en güzel şekilde ifade edilebilir. İşte tam da bu nedenle kutsal dilin üslubu sadece ilmi ve edebi değil, aynı zamanda sanatsaldır.

Sanat ile kutsalın aynı doğaya sahip olduğunu kastetmiyorum. Sadece her iki deneyimin de birbirleri gibi yüksek yoğunlukta olduğunu söylemek istiyorum. Kutsaldan/vahiyden bahsederken, o, tamamen içimizdeki bir gerçekliğin, bizi özüne kadar sarsabilecek bir gerçekliğin güçlü varlığıyla tanımlanan yaşam tarzına atıfta bulunur. Aynı şey sanatta da oluyor. Bu iki duygu da bize yalnızlığı sevdiriyor, ama bizi arkadaşlıkla yaşatıyor.

İşte genel felsefe ve estetiğin kaybetmiş olduğu bu yön, onun uykuya dalıp çözüm yaratamama durumuna düşmesine sebep olmuştur.

BİBLİOGRAFYA

GRLİĆ, Danko, Estetika. Zagreb: Naprijed, 1983.

HEGEL, Georg Wilhellm Friedrich, Fenomenologija duha. Preveo M. Kangrga. Zagreb: Naprijed, 1987, s.56.

LABUS, Mladen, Umjetnost i društvo: Ontološki i socio-antropološki temelji suvremene umjetnosti. Zagreb: Institut za društvena istraživanja, Biblioteka Znanost i društvo, 2001

LOTTMAN, Herbert R., Albert Camus: A Biography. Corte Madera: Gingko Press, Inc., 1997.

LUCİE-SMİTH, Edward, Umjetnost danas- od apstraktnog ekspresionizma do hiperrealizma. Zagreb: mladost,1978.

SCHAEFFER, Jean- Marie. Art of the Modern Age- Philosophy of Art from Kant to Heidegger. Princeton: Princeton University Press, 2000. TATARKİEWİCZ,W, A History of Six Ideas, Hague-Boston-London-Warsaw, 1980.


[1] Lottman, Herbert R., Albert Camus: A Biography. Corte Madera: Gingko Press, Inc., 1997, s. 687

[2] Schaeffer, Jean- Marie. Art of the Modern Age- Philosophy of Art from Kant to Heidegger. Princeton: Princeton University Press, 2000, s.34 vd.

[3] Grlić, Danko, Estetika. Zagreb: Naprijed, 1983, s.7.

[4] Lucie-Smith, Edward, Umjetnost danas- od apstraktnog ekspresionizma do hiperrealizma. Zagreb: mladost,1978, s. 32.

[5] Tatarkiewicz,W, A History of Six Ideas, Hague-Boston-London-Warsaw, 1980, s. 171

[6] Hegel, Georg Wilhellm Friedrich, Fenomenologija duha. Preveo M. Kangrga. Zagreb: Naprijed, 1987, s.56.

[7] Labus, Mladen, Umjetnost i društvo: Ontološki i socio-antropološki temelji suvremene umjetnosti. Zagreb: Institut za društvena istraživanja, Biblioteka Znanost i društvo, 2001, s.98.