Category: Revista

  • “M.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI MİLLİ KONZERVASYON MERKEZİ SAYIN DR.METİN İZETİ BEY İLE MÜLAKAT “

    “M.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI MİLLİ KONZERVASYON MERKEZİ SAYIN DR.METİN İZETİ BEY İLE MÜLAKAT “

    1. Doktora teziniz “’Balkanlarda 18. Ve19.yüzyillarda Tasavvuf Akımları” bu bağlamda Balkanlardaki Tasavvuf’un doğuşunu hazırlayan ortamı anlatır mısınız?

    Balkan milletlerinin ve özellikle arnavut tarihinin aydınlanmasında ve daha doğru ve objektif bir şekilde sergilenmesinde önemli sorunlardan biri Osmanlı döneminde toplumu oluşturan mekanizmaların derunî araştırılmasıdır. Osmanlı devletinin çekilişinden itibaren sabit toplum ve yönetim kurma arayışları içerisinde olan arnavut toplumu bir monarşi ve katı komunist yönetiminin baskısı altında hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu dönemde bilinçli olarak önceki dönemin tüm toplumsal araçları resmi tarih kurumları tarafından gerici, perspektifsiz ve yıkıcı paradigmaları ile gösterilmiştir. İyi amma bu yanlış ve gayet sübjektif yaklaşım beş asırlık bir tarihin, ki arnavutların dünya arenasında yer almaları açısından çok önemlidir, öğrenilememesine ve gün ışığına çıkamamasına sebep olmuştur. Bu beş asırlık dönemin içerisinde tabii ki iki taraftan da, sıkıntılar, yanlışlar mevcuttur, fakat onların doğru araştırılması objektif tarihi ortaya koyarak yeni perspektifler yaratabilecektir. Osmanlı dönemine ait olan diğer tüm alanlarda olduğu gibi, Osmanlı döneminde arnavut bölgelerinde halkı maddi ve manevi açıdan canlı tutan tarikat müesseseleri de çok az araştırılmıştır.

    Osmanlılar balkan topraklarına yöneldikleri zamanlarda Balkanlar mezhep ve hanedan kavgalarınını yol açtığı siyasî ve dînî bir kaos içerisindeydi. Osmanlı devletinin askerî yönün ötesinde  ideolojik planda İslam dininin düzenli, sistematik ve insan yapısına uygun din ve öğretileri, birbirleriyle devamlı savaş  hali içerisinde  bulunan Hıristiyan gruplara yapıcı bir teolojik ve pragmatik alternatif sunmuştur. Malûm olduğu üzre her tarikatın temelinde insan nefsini terbiye etmek ve insan istidatlarına ve tabiatına uygun bir din anlayışı sunmak vardır. İnsanların yaratılışlarında kainatın bir sırrı olarak her ferd birbirinden farklı bir mizaca, fikre ve hissiyata sahip olarak yaratılmıştır. Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.

    İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur.Tekkelerin iktisadî ve sosyal alandaki faaliyetlerinde din, dil, ırk farkı gözetmemeleri halk tarafından epeyce rağbet görmelerine vesîle olmuştur. Dervişler, hangi dinin mensubu olursa olsun halkla karışıp kaynaşarak halk kitlelerini yönlendirmede önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Dervişlerin boş topraklarda kurdukları tekke ve zâviyelerin etrafında zamanla köyler oluşarak, buraları birer din, kültür ve sanat merkezleri haline gelmiştir. Genellikle bu tekke ve zâviyeler etrafında oluşan yerleşim birimleri kurucu dervişlerin adlarıyla veya Şeyhler Köyü, Dervişler Köyü, Tekke Mahallesi, Dedeköy gibi isimlerle anılmaktadır.

    • Balkanlarda Tasavvuf etkisini Osmanlı dönemi ve bugün ile kıyasladığınızda ne tür farklılıklar göze çarpmaktadır?

    Tarikatlar ve tekkeler Anadolu toplumu bünyesinde sosyal, siyasî ve dinî alanda topladıkları sempatiyi Balkanlarda yaşayan halk tarafından da görmüşlerdir. Özellikle tekke yapımında toplumun değişik kesimleri ellerinde var olan güçle yardımcı olmaya çalışmıştır.

    Balkanlara XIII. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlayan Islam tasavvuf anlayışının XVIII. ve XIX. yüzyılda tesir ve yaygınlığının önceki yüzyıllara göre arttığına, değişik yerlerde inşa edilen tekkelerle bağlılarının geniş kitlelere ulaştığına ve mürid halkalarının genişlediğine şahit olmaktayız.Mezkur  bölgelere ve yüzyıllara genel olarak baktığımızda şu tarikatların faaliyet gösterdiğini görmekteyiz: Mevlevîlik, Nakşibendîlik, Halvetîlik, Kâdirîlik, Rifâîlik, Saʽdîlik, Bektaşîlik ve Melâmîlik.

    Dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.

    Bir nevi irfan ocakları olan tekkelerin  kuruluş  dönemleri, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. Onlar Anadoluda ve Balkanlarda, başlarına gelebilecek birçok tehlike yüzünden, yaşadıkları bölgeleri aileleriyle birlikte terk etmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda böyle bir durumda, tekke ve tarikatlar insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir perspektif ve paradigma ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve  önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir olgun insan portresi çizmişlerdir.

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır. Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır, çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    XIX. ve XX. Asrın başlarından itibaren Osmanlı devleti balkanın değişik ülkelerinden uzaklaştırırken onunla beraber devletin mayasında olan tasavvuf öğretilerine karşı da çok yönlü saldırılar başlamıştır. Balkanlarda XIX. Asrın ilk yarısından başlayarak kurulan devletler tekkeleri yakmış yıkmış, postta oturanları öldürmüş, dervişanı dağıtmıştır. Diğer taraftan da devlet politikası olarak bu irfan ocaklarının paradigmasını yıkmaya çalışmıştır. Sonuç olarak Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan da tekkeler ve tekke kültürü tamamen silinmiş, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova da ise tekke ve tarikatların İslam öğretilerinden taviz vermeleri ve İslamın esaslarından oldukça uzaklaşmalarına sonuna kadar mücadele gösterilmiştir. Sonuç olarak XIX. ve XX. Asırlarda çehresi tanınmayan bir tasavvuf anlayışı ve tekke organizasyonu mezkur ülkeleri sarmıştır. Tabii ki tasavvuf ve maneviyata karşı bu saldırı dünyanın genelinde mevcuttur. Materializm çağı yapacağını yapmış ve dinin fenomen boyutunda da etkisini gösterip maneviyatı çehresiz bir din anlayışı ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır.

    Kanaatimce insanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir paradigma ile mümkündür. Tekke ve tarikatlar ve başlarında olan mürşitler  bu perspektifi çok güzel bir şekilde işlemiş ve esas fıtratını anlamış insan-ı kâmil anlayışında temsil ettirmişlerdir ve günümüzde de güzel örneklerle yapabaileceklerini inanmaktayım.

    • Makedonya’da Müslüman entellektüellerinin toplumdaki yeri ve etkileri için neler söyleyebilirsiniz?

    Makedonyada müslüman entellektüelinin toplumsal hayatın içerisinde etkili bir rölünün olduğunu söylemek oldukça zor olduğunu söyleyebilirim. Aydın kişileri yetiştiren kurumlar kuruldukları amaçlara hizmet etmek konusunda pek başarılı olduğunu düşünmüyorum. Üniversiteler hem kısıtlı imkanlarından hem de mikroburjuva anlayışlarından dolayı gerçek manada entelektüel yetiştirememekte ve kaliteli aydınların olmaması aydın kitleyi siyaset ve değişik oluşumların etkisi altında bırakmaktadır. Maalesef Makedonyada ki enetelektüel hayatın içerisinde problemleri tartışma anlayışı tamamen ölmüş ve birçok problemler evrensel çözüm üretme anlayışı ile değil şahsi menfaatler perspektifinden bakılmaktadır. Yani bu karamsar bir tablo değil, tam tersine bir realite tespitidir. Makedonya da toplumun ayakta kalabilmesi için mutlaka eğitim ve öğretim kurumların güçlendirilmesi gerekmektedir ve idealist aydınların yetiştirilmesi zorunludur.

    • Balkanlardaki İslam anlayışında Türkiye’nin etkisi var. Bunun tek sebebi uzun zaman Balkanların Osmanlı idaresi altında olması mı, yoksa bölgeye ait başka faktörler mi etkili oldu?

    Türkiye Cumhuriyetinin ve içinde yaşayan vatandaşların balkanlarla sadece fiziki sınırlarla koparılamayacak bağları bulunmaktadır. Bu bağlar akrabalık ilişkilerden başlayarak sosyal ve manevi hayatın birçok alanlarına yansımaktadırlar. Özellikle Türkiye ile balkanlar arasında en önemli bağlardan birisini kültür birliği oluşturmaktadır. Bu iki cümle ile ifade etmek istediğim gerçek kaçınılmaz ve gözardı edilmesi imkansız olan bir fenomendir.

    Osmanlı Devletinin balkan bölgelerinden çekilmesinden sonra, 70-80 yıllık cumhuriyet tarihinde, değişik sebeplerden dolayı Türkiye ile balkanlar arasında hissedilen derin bir kopukluk dönemi yaşanmıştır ve bu kopukluk özellikle bu bölgelerde otokton ve yerli olan müslümanların kültür kargaşası ve bunalımı yaşamalarına sebep teşkil etmiştir. Son dönemde Türkiye Cumhuriyetini yetkililerinin balkanlara doğru alakanın artması ve bu kültür kopukluğunun ve bunalımının ortadan kalkıp gerçek ve köklerimize dayali kültürün yeniden inşası için faaliyetlerin yapılması iyi niyetli çevreleri sevindirmiş fakat ard niyeti olan bazı çevreleri de rahatsız etmiştir.

    Bundan dolayı hem yerli halklar olarak hem de dışardan olayı yorumlamaya çalışan herkes Türkiye Cumhuriyetinin multietnik, multikonfesionel ve mültikültürel eksenli bu samimiyetini görmek gerekmektedir. Bu gerçeği görüp tespit etmek özellikle bölge insanı için ehemmiyet arz etmektedir. Nedenleri arasında en önemli olarak şunları söyleyebilirim:

    • Türkiye Cumhuriyeti Balkan halklarının öz kültürünü ve ortak kültürün ürünü olan unsurları yaşatmakla Osmanlı döneminden bu bölgelerde devam edegelen ve günümüzde en çok ihtiyacımız olan höşgörü, sevgi, saygı konseptlerinin yeni bir canlılık kazanmasına yardımcı olmaktadır.
    • Türkiye Cumhuriyeti ve bölgede faaliyet gösteren kültür ve yardım merkezleri insan ve toplum konularında devamlı baskıdan uzak ve hümanist bir yaklaşım sergilemektedir. Maalesef böyle bir yaklaşımı biz balkan halkları uzun zamandır unutmuşuz çünkü son yüzyılda her kim gelmişse sadece bölmüş, parçalamış ve kanımızın dökülmesine sebep olmuştur.
    • Türkiye Cumhuriyeti bölgede asla ve hiçbir zaman zorla ve baskıcı, bazı çevrelerin söyledikleri gibi, bir dini faaliyeti olmamıştır. Tam tersine şiddete başvuran ve İslam düşüncesini son dönemlerde ciddi sıkıntılara sokan, anlayış ve gruplara karşı, cumhurbaşkanından son memuruna kadar, olduklarını devamlı söylemiş ve onların geniş kitlelere etkisinin yayılmaması için elden gelen gayretini göstermiştir.
    • Türkiyenin bölgede mevcud olması buralarda yaşayan halkların öz kültürlerini yaşamalarına ve höşgörünün artmasına sebep teşkil edecektir. Zaten son dönemlerde yapılan faaliyetlerin de bu doğrultuda olduğunu açıkça görmekteyiz.
    • Aynı zamanda Türkiyenin bölgede mevcud olması dini aşırılıkların ve şiddetin önüne çıkılmasında en önemli etken olacağından asla şüphe yoktur.
    • Türkiyenin dini anlayışı kültürlü, sanatlı ve insanı yaşatmayı hedef seçmiş bir anlayıştır ve balkanlarda yaşayan bizlerin en çok ihtiyacı olan da bu olsa gerek.

    Hiç şüphesiz sıralanan gerçekler daha da çoğaltılabilir fakat en önemlisi olayları gerçekçi bir gözle değerlendirip çifte standartlardan uzak durmaktır. Gerçekçi olmayan ve konspiratif teorilere dayanan tespitlerden en çok zarar görecek olan yine biz, balkanlarda yaşayan halklar, oluruz.

    • Günümüzde Balkanlar’da İslamın durumu ne ? Tasavvuf hâlâ yaşıyor mu ?

    Balkan insanının İslam hamurunu aşk şerbeti ile yoğurmuşlardır. Ordulardan daha önce boş ve tenha arâzilere yerleşen sufîler bir taraftan Allah rızası için gelip geçenleri doyurmuş, diğer yandan da gayret, samimiyet, feragat ve mütevâziliklieriyle etraflarındaki insanların gönüllerine girip onların manevî ihtiyaçlarına hitap ederek onları din ve hakîkate davet etmişlerdir.Balkan  insanında Peygamber sevgisi İslam dininin aşk boyutu ağır basan bir ortamda gelişmiştir. Başlangıçtan itibaren Rumeli insanında Peygamber efendimizin portresi şöyle çizilmiştir: “ Muhammed a.s. bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş; bütün insanlara din, dil, ırk farkı gözetmeksizin çok şefkatlı ve merhametli davranmış; Allahu Teala ona şöyle hitap  etmiş; “ ve gerçekten  sen çok büyük bir ahlak üzerindesin”. Ve kezâ şöyle buyurmuş: “ Allahın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür”, Allahu Teala diğer tüm nebî ve rasüllerine ismiyle nidâ ettiği halde O’na-ikram ve tâzîm kasdıyla, “ey nebî”, “ ey rasul”, diye hitap etmiştir. Ashaptan ona iman edeceklerine ve yardım edeceklerine dair Allahu Teala söz almıştır.Allah O’nu bir gece Mescid-i Harem’dan Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür.Peygamberlerin tamamına imam olmuştur. Onu yüksek göklere ve en yüce makama çıkartarak onurlandırmıştır. Allah’a yakınlaşmanın yolu Peygamber sevgisinden geçer, onun için Peygamber ef. ismi zikredildiği zaman yer yer ayağa kalkılır, yer yer de kendine çeki düzen verip salavat getirilir. Bundan dolayıdır ki cami kitabelerinde, mezar taşlarında, tekke duvarlarında peygambere karşı bu aşkı ifâde eden şiirler yazılmıştır.

    İşte balkanların İslam anlayışı asırlar boyunca bu eksenli idi. Son dönemlerde değişik tarflardan gelen etkiler vasıtasıyla dinin geleneksel ve doğru olan payandalarına toplumsal tezahür açısından oldukça zararlar yapılmıştır. Tabii ki herkesin istediği gibi ınanması mümkündür fakat İslama ve kendisi gibi inanmayanlara tehdit teşkil edecek ve zarar verebilecek anlayışların toplumda yeri olmaması kanısındayım.

    Tasavvuf hem müessese hem de anlayış olarak hiçbir zaman Balkan insanından uzaklaşmamıştır. Günümüzde de durum aynıdır. Tabiiki geleneksel olarak faaliyet gösteren tekkelerde belirli sorunlar mevcuttur fakat günden güne  Kuran ve sünnetten taviz vermeyen sufi ve dervişler çoğalmakta ve mananın madde karşısında iki yüzyıldır kaybettiği mücadele yeniden esas güzergahını bulmaya çaba sarfetmektedir.

    • Son olarak Köprü Dergisi okuyucularına ne söylemek istersiniz?

    Köprüleri unutmayalım, onları yıkmayalım çünkü köprüleri yıkan sırattan zor geçer. Baki mehabbet ile…

  • METIN IZETI: MÜSLÜMAN BİLİNCİN YENİDEN İNŞASINDA HAZRETİ MEVLANA PORTRESİ

    METIN IZETI: MÜSLÜMAN BİLİNCİN YENİDEN İNŞASINDA HAZRETİ MEVLANA PORTRESİ

    Yirminci yüzyıl, insanlık açısından çok hareketli ve inişli çıkışlı bir yüzyıl oldu. İnsnanlığın hayat standardını yükselten birçok gelişme kaydedilmekle beraber, sonucu tüm insanlık için felaket olan iki büyük dünya savaşı yaşandı. Bundan başka, birçok tabii felaket, âfet, sefâlet, değişik “çağdaş” hastalıklar, her türlü maddî ve teknolojik gelişmeye rağmen insanlığın yakasını bırakmadı. Aşırı zenginlik ile aşırıı fakirlik yanyana yaşamak zorunda kaldı. Zengin daha da zenginleşti, fakir daha da sefil hale geldi. İnsanoğlunun tatmin olmayan hırsı ve egosu dünyanın ekonomik, ekolojik, sosyal ve psikolojik dengesini alt üst etti. Denizler kirlendi, yeşil ormanların ve vadilerin yerine fabrikalar ve tesisler inşa edildi. Kontrolsüz ve mesuliyetsiz nükleer silahlar üretildi ve denemeler sonucu birçok ortam perişan oldu.

    İnsanlık bir taraftan maddeye hakimiyetini geliştirirken, diğer taraftan onun adetâ esiri konumuna düştüğü ve karşılaşılan sıkıntılar karşısında ruhen ve manen daraldı ve yeni arayışlar içerisine girdi. Bu ortam içerisinde din ve maneviyat hızla yükselen bir değer konumunu almaya başladı. Yırmıncı asrın ikinci yarısından itibaren, bu ihtiyacı karşılamak niyetiyle, sayısız yeni mezhepler, tarikatlar ve cemaatler ortaya çıktı. Çağdaş insanda boş kalan din duygusu sahte ve sun’i oluşumlarla doldurulmaya çalışıldı. Binaen aleyh, din günümüzde insanların dünyayı algılama ve kendini mevcut dünya içinde bir yere yerleştirmede bir model olarak fonksiyon görmeye başladı.

    Durum böyle iken dinin fonksiyonel olmasının önemi daha da arttı. Bu fonksiyonellik İslam dini için söz konusu olunca şu anlamı taşımaktadır: İslam dininin dünya görüşünün bir bütünlük içinde ortaya konulması. Bu ancak, bizim kendi kendimizi gözden geçirme; çevremizdeki dünyayı, yani diğer halk, medeniyet ve kültür anlayışlarını değerlendirme ve İslam kültür ve medeniyet mirasının zengin birikimi ile iç ve dış dünyayla alış-verişlerde bulunmakla mümkündür. Müslümanların tarihî ve toplumsal sürekliliği yakalayabilmesi, kendi kültürünü, kimliğini ve tarihini canlı tutma ve yaşatma duygu ve arzusunun ne kadar canlı olacağı ile doğrudan ilgilidir.

    İslam inancına göre  “ahsen-i takvim” üzere yaratılan insan , Allah’ın “kendi ruhundan üflediği”, “yaratılmışların en  şereflisi” ve “Allah’ın yeryüzündeki halifesi” gibi vasıflarla tanıtılmaktadır. Özünde bu derece yüce vasıflar taşıyan insan, ilahi iradenin kendine gösterdiği doğru ve yanlış istikametler arasında isabetli bir tercihle doğru yolu seçtiği gibi, bazen de özünde taşıdığı değerlerden uzaklaşarak,  yanlış tercihlerde bulunabilmektedir. Cenab-ı Hakk kendi özündeki değer ve yaratılış gayesinden uzaklaşan insanı imana, iyiye, güzele ve hayra yöneltmek için din ve o dini insanlara ulaştıran peygamberler göndermiştir. Peygamberler Allah ile insanlar arasında irtibatı sağlamakla görevlendirilmiş ve toplumsal hareketlilğin içerisinde kendini kaybeden insanları özüne çevirmek için çaba sarfetmişlerdir.[1]

    Son ilâhi din olan İslam, onun insanlık için bir rehber ve hidayet kaynağı olan Kur’an ve Allahın rahmet tecellisi olarak insanlara Hak ve hakikatı anlatmak için gönderilen Hazreti peygamber bu ilahi tecellinin son temsilcileridir. Hazreti Peygamber’in getirdiği dini anlayış, insanların kendi özlerinde bulunan ilahi yüceliğe ulaştırmakta kullandığı metot ve vasıtalar kendinden sonra bu görevi icra edenler için de vazgeçilmez örnektir.

    Hazreti Mevlana da bu yola ışık tutan bir ulu kişi, insanları içine düştükleri bunalımlardan kurtarmaya çalışan bir ruh hekimidir. Esas ilhamını Hazreti Muhammed’den alan Mevlana, tıpkı Hazreti Musa, Hazreti İsa ve diğer peygamberler gibi, insanları sevgiye, dostluğa ve kurtuluşa davet etmektedir.

    Hazreti Mevlana’nın yaşadığı dönem, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. O doğudan gelen Moğol tehlikesi yüzünden, henüz beş yaşındayken doğduğu Belh şehrini ailesiyle birlikte terk etmek zorunda kalmış. Konya’ya yerleştikten sonra, bütün çocukluk yıllarını, Moğollardan kaçan halkaların tedirgin halini seyretmekle ve onların yüzlerindeki korkuyu yakından okumakla, geçirmiştir. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda Hazreti Mevlana insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir imaj ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve ondan önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir olgun insan portresi çiziyordu.

    İnsanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir rehber ve mürşidle mümkündür.

    Hazreti Mevlana’nın usulünde aşk vardı…  

    Hazreti Mevlana herşeyden önce  insanlardan  Allah aşkına birbirlerini sevmelerini istıyordu. İnsan önce insan olmayı bilmeli, insan olmanın bilincine varmalı diyordu.” Kimin yüreğinde sevgi ateşi yoksa o yok olsun”derken insan ruhuna ve topluma yalnızca sevginin hakim olmasını, sevgiye dayalı bir cihan kurulmasını istiyordu. Çünkü insanın kendi kişiliğini bulması ve kişiliğinin mükemmelliğe ulaşması ancak böyle bir sevgi sayesinde mümkündür.

    Mesnevî’nin ney’e ayrılmış ilk onsekiz beyitinde, insan-i kâmil’in sıfatlarından sembolik bir dille bahsederken şöyle diyor:

    “Aşk ateş olmuş dökülmüştür ney’e- Cezbesi aşkın karışmıştır mey’e

    Yardan ayrı dostu ney dostu dost kıldı hem- Perdesinden perdemiz yırtıldı hem

    Kanlı yoldan ney sunar hep arzuhal- Hem verir Mecnunn’un aşkından misal”.[2]

    Bu beyitlerin şerhinde Mesnevî şarihlerinden Ken’an Rifaî hazretleri şöyle demektedir: “Kul ıle Allah arasına gerilmiş büyük perde yerler ve gökler değildir. Bu perde, daha çok, nefsin kendisini Allah’tan ayrı bir varlık görmesinden meydana gelir. İnsan, ölmeden evvel ölmek sırrına, yâni nefsindeki kötülük, çirkinlik hallerini yok etme olgunluğuna erdiği zamandır ki Allah’tan gaflet perdesi ortadan kalkar. İnsanı böyle bir olgunluk ve üstünlük seviyesine ulaştıran kuvvet de Allah sevgisidir. Gönül bu en büyük sevgiyle, gölgesiz ve menfaatsız dolduğu zamandır ki insandaki ilâhî kuvvetler, vücut ve madde kuvvetlerini mağlup eder.insanın yalnız maddî hazları sevmesi şeklindeki dünya sevgisi, bütün geçici ve gösterişli güzelliğini kaybeder. … Ney, söyler, ney, büyük varlığa karşı bütün özleyişlerini söyler; ve o söylerken ruh, kendi derin yarasının şifaya yüz tuttuğunu, kendi sonsuz yalnızlığının en büyük bir dostun huzûriyle giderildiğini derin saadetle hisseder. Tanrı sevgisinin ruhlara bir şifâ gibi sunan kâmil insanlardır ki Allah’ın en yakınları, onun sevgilileridir”.

    XXI. asırdaki müslüman bilincinin sağlam bir zemine oturması için, sevgi ve sevgili için yol aramak, yola koyulmak gerekir. İnsan için hakiki ve en üstün sevgili Cenab-ı Haktır. Ve Ona olan sevgi herşeyin merkezidir. Allahın sevgisine giden yol ise Hazreti Peygamberin bahçesinden geçer: “ De ki ey Peygamber! Eğer Allah’ı seviyorsanız, sevmek istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…” ( Al-i İmran, 3/31). Allahın elçisini sevmek sıradan bir iş değildir. Bu herşeyden önce sevgi merkezli bir dünya kurmakla olur. Bu dünya, maddiyat ve menfaat sınıflarına takılmayan, şehvet ve şöhretle tanışmayan, âşıkların yönettiği dünyadır. Böyle bir dünyayı içine alabilen yolcu, sevgi denen iksirle tanışabilir, başka bir göze, başka bir kulağa, başka bir gönüle sahip olabilir. Beyni ve gönlü sevgi merkezli bir câzibeye teslim ettikten sonra dünyaya bakış, dünyayı kavrayış temelinden değişecektir.

    Çağımızın şairlerinden biri sevgi için şöyle yakarmaktadır:

    “Ya ilâhi seni sevmek dile efsane gelir
    Kim ki sevmişse il’hi, bize mestâne gelir
    Ta ezelden düşüp âşıkların âlem diline
    Cümle âlemdekiler gönlüme bigâne gelir
    Gözü görmüşse tecelli ile ukbâ evini
    Öyle bir âşıka dünya evi virâne gelir
    Ne olur versen ilâhi bir zerresini
    Senin aşkın ile lutfun dile şâhâne gelir
    Bir kez ihsan ediversen kula aşk incisini
    Daracık dâr-ı fenâ gönlüme kâşâne gelir
    Başka bir melcei yok dertlilerin ey Rabbim
    Elbet aşk derdi için sen gibi Sultâne gelir…” [3]

    Hazreti Mevlana, dünya hayatı gibi,  dünya nimetlerinin ve dünyada olup biten her şeyin gelip geçici olduğunu, yalnızca ruhun ve ruha ait şeylerin kalıcı olduğunu, bu gerçekten hareket ederek insanın kısacık ömrünü geçici hevesler uğruna değil, ebedi oann uğruna harcaması gerektiğini vurguluyordu.

    Teknoloji çağı da denilen bu çağda, insanları bunalıma iten sebepler saymakla bitecek gibi değil. Teknolojinin ortaya koyduğu harika buluşlar ve her gün hayatımıza bir yenisinin  girdiği îcatlar, bir anlamda insanların işlerini kolaylaştırıyor ve onlara hizmet veriyor gibidir. Bir başka anlamda ise insanlara kendi kendilerinin unutturuyor ve ihmal ettiriyor. Bu makineler karşısında insanoğlu küçüldüğünü, önemini yetirdiğini hissediyor ve aşağılık duygusuna itiliyor. Bunlara sahip olmayı neredeyse hayatın tek amacı haline getiren bir dünya görüşü gittikçe toplumda bulaşıcı hastalık gibi yayılıyor. İlkokuldan itibaren eğitim ve öğretim insan hayatına giren bu gibi alet ve makinelerin kullanımıyla ilgili bilgileri edinmeye yönetilmiş bulunuyor. Din, ahlak, felsefe, tarih, sanat, şiir ve müzik gibi insanın gönül ve ruh dünyasını besleyen kültür ağırlıklı eğitim bütün dünyada çoktan geri planlara itilmiş görünüyor. Yaratılıştan beri insanoğlunun günlük hayatında vazgeçilmez bir yer işgal eden ibadet, yerini oyun ve eğlenceye bırakmış bulunuyor. En azından modern hayatta buna ihtiyaç bulunmadığı sanılıyor. Böylece insanoğlu dış dünyanın çekiciliği karşısında kendi iç donanımından ve dinamiklerinden yoksun bırakılmış oluyor. Kendi iç dünyasında üstelik o dünyaya ait donanımlardan yoksun bırakılmış olarak, yalnızlığa itilmiş olan insan, daha genç yaşlardan itibaren ya bulanımlara sürüklenmek ya da alkol ve uyuşturucunun kucağına düşmek tehlikesiyle karşı karşıa kalıyor.

    Öyleyse yapılacak en hayırlı iş insanoğlunun gönül dünyasını kendisine vermek, oradaki zengin cevher yataklarını işletmeye açmaktır. Ona kendi içinden güç ve direnç kazandıracak teknikleri ve ruh dünyasının haritasını öğretmektir. Tek kelime ile insanı kendi varlığının sahibi yapmak ve ona özüne giden yolu göstermektir. Mevlana, insana kendi özüne giden yola girmeyi, bu yoldan giderek Tanrı sevgisine ermeyi ve o sevgide birlik olmayı öneriyordu. Bunun dışındaki bütün yolların çıkmaz yol olduğunu söylüyordu. Çağımızda genel olarak insan ve özel olarak müslüman bilincin yeniden inşasında onun mesajlarına, gelmiş geçmiş bütün çağlardan daha fazla ihtiyaç hissedilmektedir.


    [1] Kur’an peygamber kıssalarını ayrıntılara girmeden, öğüt vermek için anlatır. Bu peygamberler adeta bir tek millet olan insanlığa, Allah tarafından gönderilmiş elçiler olarak gelirler ve birbirlerinin misyonlarını sürdürürler. Kur’anın, peygamberlerin kıssalarını birbirine benzer tarzda sunuşundan, tarih boyunca insanların birbirine benzer davranışlar gösterdiği; insanların bir bütün, peygamberlerin de aynı amacı, yani tevhidi yerleştirmek üzere gelen elçiler oldukları anlaşılmaktadır. İşte Kur’an-ı Kerim insan ruhunun, aşılanmak istenen fikri tarihi gerçeklerle anlatma, özelliğini göz önünde bulundurarak peygamberlerden bahsetmiştir.  Daha geniş bkz. Ateş, Süleyman, Kuran’da Peygamberler Tarihi, İstanbul 2004.

    [2] Mesnevi, I,10-12.

    [3] Bu şiir Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa tahralı’yeaittir.

  • METIN IZETI: SAKRIFIKIMI I FORMËS NË ESTETIKË: IBN ARABIUT DHE KANDINSKY

    METIN IZETI: SAKRIFIKIMI I FORMËS NË ESTETIKË: IBN ARABIUT DHE KANDINSKY

    Për ta kuptuar si duhet thyerjen që ka ndodhur në art si pasojë e krijimtarisë së Kandinsky’t domosdoshmërisht duhet t’i kthehemi sfondit ideor në të cilin ishte i mbështetur ai. Fundi i shekullit të XIX karakterizohet si periudhë ku fetaria emocionae dhe spiritualizmi i është kundërshtuar me të madhe materializmit dhe naturalizmit.  Spiritualizmi në fjalë e ka përfshirë në brendinë e tij simbolizmin dhe “ romantizmin e vonshëm” dhe si pasojë i ka dalë përpara pozitivizmit që deri atëherë dominonte në botën e artit.  Kjo shpirtëri në masë të madhe ka ndikuar në artistët që nuk kanë qenë të kënaqur me impresionizmin  dhe të cilin e kanë konsideruar si tejet sipërfaqësor.  Si rrjedhojë, brezi simbolist është shndërruar në brezin më të thellë nga aspekti i mendimit artistik. Kah fundi i shekullit të XIX fetaria simbolike ka hy në kallëpe të caktuara si pasojë e botëkuptimit ezoterist të përfaqësuesve të tij, siç ishin Kandinsky, Mondrian , etj., rrjedhimisht themeluesit e abstrakcionizmit. S’ka dyshim që ata janë ndikuar nga mësimet hermetike të antikitetit dhe gnoseologjisë së vazhdueshme të historisë së mendimit njerëzor që veten e ka treguar nëpërmjet ezoterizmit të ndryshëm, mirëpo fytyra, idetë e të cilit më së shumti  e kanë ndryshuar fizioniminë e artit të kësaj periudhe, është filozofi, esteti dhe sufiu i njohur mysliman i Andaluzisë, Muhjuddin ibn Arabiu.  

    Struktura e mendimit artistik evropian është njohtuar me mendimitn e tij nëpërmjet të shkollave filozofike të Andaluzisë në periudhën e humanizmit dhe renesansës, por edhe, nëpërmjet të poezive të Hafizit, Sadi Shiraziut dhe Mevlana Xhelaluddin Rumiut në periudhën e iluminizmit evropian.  

    Ibn Arabiu ka krijuar një lidhje tërheqëse midis natyrshmërisë dhe shpirtërisë. Kompleksiviteti i paraqitur në veprën artistike,sipas tij, do të jetë pasqyrë e kompleksivitetit të rendit hyjnor në gjithësi. Qëndrimi i tij është se ekzistojnë disa parime thelbësore tejgjithësore të cilat ne kemi mundësi ti reprodukojmë vetëm në trajtë estetike edhe atë vetëm në përpjekjet tona mistike.  

    Ibn Arabiu çdoherë ka qenë një filozof dhe artist i preferuar, por vetëm nga një rreth i ngushtë elitar i artistëve dhe filozofëve. Në mesin e tyre janë edhe estetët dhe artistët e njohur të periudhës së vonshme, Kandinsky dhe Schonbergu. Ibn Arabiu për herë të parë në trajtë filozofike ka pohuar se arti që nuk është figurativ ka validitet dhe legjitimitet filozofik dhe ka konstatuar se përmasa shpirtërore ka pashmangshmëri logjike e cila veten e paraqet nëpërmjet artit, veçanërisht nëpërmjet muzikës. Si rrjedhojë ai gjërë e gjatë e ka diskutuar relacionin e ngushtë midis oratoriumit shpirtëror dhe atij natyror/ sema-i ruhani dhe sema-i tabii.  

    Estetika dhe arti i Ibn Arabiut ka disa parime që i ka konsideruar si të detyrueshme për pasqyrimin si duhet të realitetit ekzistues nëpërmjet artit. Kjo përmasë që në realitet e përbën thelbin tejshqisor të perceptimit dhe konceptimit të realitetit edhe në  shfaqjen e gjithësisë është pasqyruar si perceptim estetik dhe veprimtari artistike. Gjithashtu ajo është me ndikim të konsiderueshëm edhe në kuptimin, si duhet, të domethënies së të qenurit nga ana e njeriut. Ndjeshmëria estetike dhe korniza përfundimtare e botëkuptimit artistik të Ibn Arabiut është shembull i veçantë dhe i gjallë i relacionit, madje mund të thuhet edhe integrimit midis fesë dhe artit. Për pasojë, parimet e tilla, tek Ibn Arabiu, kanë krijuar një paradigmë në lidhje me origjinën hyjnore të ndjenjës artistike.  Edhe Kandinsky në këtë vijë “artin do ta konsiderojë më të lartë se natyrën”, për shkak se, thotë ai, shpirti i artistit “është krijuar si pasojë e ndikimit të shenjtë”. “ Që nga dita kur jam shmangur nga imitimi i natyrës kam filluar ta du edhe më tepër atë”, pohon Kandinsky dhe thotë se arti abstrakt është “shmangie nga lëvoreja e natyrës”. Qëllimi i artit edhe tek Ibn Arabiu edhe tek Kandinsky është “ zhvillimi dhe estetizimi i shpirtit të njeriut”, ndërsa detyra parësore e artistit është “ lartësimi i nivelit shpirtëror të njerëzimit”. Artisti nëpërmjet mjeteve që bën art arrinë që nga shpirti i njeriut ta nxjerrë dridhjen e vërtetë. Si pasojë është më se e qartë se harmonia e formave duhet të jetë e mbështetur në parimin e shpirtërisë së tij.  

    Parimet e shpirtërisë së Ibn Arabiut, në esnecë edhe të Islamit, janë të transferuara edhe në ndjeshmërinë estetike dhe botëkuptimin artistik të tyre. Këta parime, që njëkohësisht janë edhe parimet thelbësore të besimit Islam, mund të përmblidhen në tre: Parimi i njëshmërisë së qenies/ tevhid, shfaqja e këtij parimi në platformën e perceptimit njerëzor, estetikë/ihsan dhe përcaktuesi i relacionit dhe natyrës  së nduardnduartë midis tyre, rrjedhimisht platforma ideore filozofike skriptuale e tyre, zbulesa hyjnore/Kur’ani. 

    Shikuar më thellë, përvoja e besimit është eksperiencë estetike. Perceptimi i shumësisë brenda Një’shit dhe intuita për të pandryshueshmin që qëndron në sfondin e të ndryshueshmeve është tejet e rëndësishme edhe nga aspekti i besimit por edhe në bartjen e rrezeve të këtij realiteti në pëlhurë, melodi, arkitekturë etj. Si pasojë, të gjitha veprat artistike në një mënyrë, siç edhe ata të ngjarat në natyrë, janë vetëm se dhunime imagjinative , për tu afruar me të Madhin, prandaj edhe shpeshherë për shkak të pamundësisë së prezentimit përfundimtar paraqitern si komplekse dhe të përziera. Por edhe anasjelltas, lëvizja prej veprës artistike, ose edhe vetë natyrës, drejt thelbit është ndër mënyrat më të preferuara të zbulesës për përjetimin e përvojës shpirtërore.  

    Ndërsa termi Ihsan në botëkuptimin e Ibn Arabiut është bërë një term standart i cili e ka patur kuptimin e “ veprimit të bukur, sjelljes estetike”. Veprimi i bukur, sipas tij, ka mundësi të arrihet vetëm me përpjekjen për ta arritur plotninë. Ihsani në brendinë e tij, krahas të bukurës e ngërthen edhe të mirën dhe virtytin. Si pasojë në ihsanin ka një kalokagati të theksuar , një relacion presionues etiko-estetik.   Poeti bashkëkohor Adonis në poezinë e tij “ The Tree of the East” ( Pema lindore) vargun e parë e ka filluar me këto fjalë: 

    “ U bëra pasqyrë”; mirëpo ai në realitet nuk ka dëshirë të thotë se është pasqyrë. Ai këtu flet për farefisninë, harmoninë dhe njëshmërinë që e ndërlidh qenien njerëzore me lëndën e pasqyrës. Në të vërtetë, pasi që bëhet fjalë për një poet, ai në këtë rast e paraqet rolin e poetit në reflektimin e realitetit. Ai më vonë, në poezinë e tij, flet për ujin, që gjithashtu ka karakter reflektiv. Si pasojë, Adonis, nëpërmjet të përdorimit të idiomave të ndryshme e paraqet transferimin e idesë transcedentale nëpërmes artit dhe kulturës në shoqërinë njerëzore. Në një mënyrë ai përpiqet ta identifikojë realitetin e qenies nëpërmjet bukurisë së transformuar në rrjedhat artistike dhe kulturore të botës. 

    Në botëkuptimin e Ibn Arabiut, por edhe në qytetërimin Islam në përgjithësi, elementi përcaktues i veprimit dhe formës artistike ka qenë zbulesa/Kur’ani. Brenga për ta konceptuar dhe më pas paraqitur idenë thelbësore të zbulesës ka ndikuar dukshëm në ndieshmërinë estetike dhe në paraqitjen e degëve të ndryshme artistike në mesin e myslimanëve. Para së gjithasah këtë tempo të veprimit e ka imponuar stili i gjuhës kur’anore dhe ka ndikuar në krijimin e një hermeneutike dhe semantike të theksuar filozofiko-artistike në mesin e myslimanëve. Si pasojë janë shkruar vepra vëllimore në lidhje me sfondin, domethëniet dhe konceptologjinë e Fjalës së zbuluar. Teksti i Kur’anit është ilustrim më i mirë se realitetiu/hakikati ka mundësi të bartet në imanencë vetëm nëpërmjet të përmasës estetike.  Për pasojë, çdo strukturë artistike dhe estetike që është përpjekur ta formulojë të shenjtën, për shkak të pamundësisë dhe mëngësisë në shprehjen e ndieshmërisë dhe emocionalitetit, i ësthë kthyer zbulesës, madje edhe ata që nuk e kanë pranuar atë si të vërtetë të zbuluar. Kjo shihet edhe në temat e një numri të madh të veprave artistike të të gjitha rrymave.  

    Gjykimet estetike, tek Ibn Arabiu, i takojnë lirisë së vërtetë, domethënë shpërthimit të kufizimive fizike dhe përjetimit të lirisë së fluturimit në parimet në prapavijë të së dukshmes dhe shpeshherë janë konsideruar si pluraliste dhe tejet heterodokse.  Ndjenja dhe emocioni nuk e pranojnë dhunën, estetikën nuk mund t’ia mbështesim askujt, ajo ka mundësi të depërtojë vetëm me frymën.  Ibn Halduni pluralizmin dhe gjërësinë estetike e ka diskutuar në kuadër të të qenurit i qytetëruar/ medeni dhe primitiv/bedevi,  në Prologomenën/Mukaddime e tij të njohur. Shoqëritë e zhvilluara, thotë ai, nga aspekti artistik, njëkohësisht janë të zhvilluara edhe nga aspekti qytetërimor. Gjithashtu ai edhe në klasifikimin e shtresave shoqërore, artin, e ka konsideruar si përcaktues. Një mendim i ngjashëm më vonë do të preferohet edhe nga ana e J.J. Rousseau’së.  

    Pamundësia e identifikimit të realitetit të njëshmërisë së qenies ka ndikuar dukshëm që estetika e Ibn Arabiut të merr një karakter të njëshmërisë sufike të qenies, që më vonë Kandinsky do ta shprehë si panteizëm mistik.  Fuqia kozmike që e gjallëron ezoterikën subjektive është pikërisht ajo që e gjallëron edhe egzoterikën objektive. Për pasojë, dy komponentat hije që e përbëjnë gjithësinë  i përgjigjen në trajtë ezoterike njëra tjetrës dhe në tërësi janë harmonike midis vetes. Qëllimi i Ibn Arabiut është që t’i vizualizojë dhe t’i paraqesë në kuadër të një rregulli të caktuar fuqitë kozmike dhe si pasojë  hapja/fet’h e fuqive do ta mundësojë kthimin e njeriut në origjinën parazënafillore të tij.  Natyra e tematikës së përpunuar në veprat e Ibn Arabiut, si dhe përdorimi i shpeshtë i simboleve dhe metaforave, i ka bërë shkrimet e Ibn Arabiut që, përveç në çështjet metafizike të kenë ndikim edhe në art. Në çështjet e artistike, para së gjithash ai është përqendruar në ontologjinë e aktit, ngaqë ai e merr atë në përmasën e përgjithësuar dhe më pas e vendos përballë hollësive dhe sqarimeve. Nga kjo pikënisje, edhe vetëdija është vendosur përballë dijes, për arsyen se në fjalën vetëdije (shuur) ka një lloj abstraksioni.  

    Kuptimi i artit si antinomi e qartësisë mund të merret në dy mënyra, dhe gjithsesi, përsëri e vazhdon lidhjen me tesavvuf-in dhe mendimin sufik islam. Gjithashtu edhe disa nga  poetët e njohur janë të mendimit se thelbi i poezisë është abstraksioni; por, abstraksioni në disa raste mund të nënkuptohet edhe si lojë me emocionet dhe mendësinë reale njerëzore në një trajtë sadiste. Në këtë rast abstraksioni shndërrohet në një nyje dhe pa ide ; në një nyje që lexuesin as për së afërmi nuk e afron me kuptimin e veprës artistike. Ibn Arabiu nuk e ka këtu qëllimin. Përgjithësimi i veprës artistike në tesavvuf ka një qëllim të caktuar: është një rrugëtim prej atij që jep shenjë drejt atij që i jipet shenja; është e profilizuar me vetëdije. Në këtë rast e vërteta është mbuluar me simbolikë. Është një lojë intuitive. Shifra e gjetur në kutinë që keni hapur mban çelësin e kutisë që do hapni. Hapja e kutisë është e varur drejtpëdrejt nga kutia pararendëse. Në hapjen e çdo kutije përfitoni nga nje vijë, dhe pas hapjes së të gjitha kutive arrini deri te vepora përfundimtare. Në këtë proces edukativ e arsimor, nga njëra anë, prej atij që sodit kërkohet që të mendojë, të meditojë e të përqendrohet intelektualisht; ndërsa nga ana tjetër provohet sinqeriteti, përpjekja dhe këmbëngulja, si dhe durimi për plotësimin e kërkesës që e ka. Me fjalë tjera, ky është një rrugëtim në shtresat kuptimore të një vepre të caktuar; ose mund ta quajmë kthim dhe kuptim i veprës estetike siç është në trajtën e parë të zbuluar.