Category: Konferenca – Sipmoziume

  • METIN IZETI: ARNAVUTLUK-KRUJA’DAKİSARI SALTIK MAKAMI ETRAFINDA GELİŞEN İNANÇ VE RİTÜELLER

    METIN IZETI: ARNAVUTLUK-KRUJA’DAKİSARI SALTIK MAKAMI ETRAFINDA GELİŞEN İNANÇ VE RİTÜELLER

    ÖZET 

    Balkanlar, Osmanlı Devleti öncesinde Anadolu’dan gelen alperen-dervişlere ev sahipliği yapmıştır. Ayvaz Dedeler, Küçük-Büyük Abdallar, Derviş İsmail’ler gibi birçok “Horasan Ereni” Balkanlar’ın fethinin öncüsü olmuştur. Bu horasan erenlerinden birisi de Sarı Saltık’tır. Sarı Saltık Balkanlar’da sevilen, barışçıl, fetihçi, bir alperendir. Sarı Saltık’ın Balkanlar’ın yedi ülkesinde makamı bulunmaktadır. Bu makamlardan birisi de Arnavutluk-Kruja’da yer almaktadır.  

    Halk tarafından ziyaret edilen ve kutsal kabul edilen türbe, makam, ziyaretgâh yerleri insanların inandıklarını uygulama alanlarıdır. Arnavutluk-Kruja’daki dağda yer alan Sarı Saltık Makamı, Kruja’nın merkezine yakın yerde bulunan Sarı Saltık Ziyaretgâh’ı Arnavutluk ve diğer ülkelerin yoğun olarak ziyaret ettikleri mekanlardır. Bu mekanlara farklı dine ve inanışa sahip insanlar ziyarete gelmekte ve kendi inançlarına uygun olan ritüellerini gerçekleştirmektedirler.  

    Makalenin giriş kısmında, Arnavutluk-Kruja’da Sarı Saltık’ın Makamı’nın bulunması ile ilgili genel yazılı kaynaklara yer verilmiştir. Makale, halkbilimi alan çalışmasının “Yönlendirilmiş Röportaj ve Gözlem Tekniği” ile birlikte, kaynak kişilerin alanda aktardıkları bilgileri anlatıcı, dinleyici ve ortamın bütün olarak değerlendirilmesi kapsamında “Performans İcra Yöntemi”ne göre yorumlanmıştır. Bu şekilde yazılı kaynaklar, sözlü kaynaklarla desteklenmiştir. Makalede Sarı Saltık ile ilgili Kruja’da yer alan efsane, menkabe, inanış ve ritüeller gibi ürünler halkbilimi yöntem ve metodlarıyla aktarılmıştır. Makalenin devamında, Sarı Saltık’ın Makamı’nda ve Ayak İzi Ziyaretgâh’ında gerçekleştirilen inanca bağlı ritüeller verilmiştir. Kaynak kişiler tarafından aktarılan olaylar, Sarı Saltık’ın diğer ülkelerdeki makamlarında gerçekleştirilen benzer örneklerle pekiştirilmiştir. Bu makalenin sonucunda, Kruja halkı tarafından ‘evliya’ olarak tavsif edilen Sarı Saltık’ın, makamları vasıtasıyla unutulmadığı, yaşatılmaya devam edildiği gözlemlenmiştir. Kruja halkının Sarı Saltık’a duydukları inanç karşılığında yaptıkları ritüeller, halkın dinleri ile buluşmalarına bir köprü olduğu görülmüştür. Bu kapsamda Sarı Saltık etrafında gelişen inanç ve ritüeller hakkında aktarılan bilgiler, Kruja’nın kültürüne zengin bir birikim sağlamaktadır.    

    Anahtar Kelimeler: Sarı Saltık, Arnavutluk-Kruja, makam, inanç, ritüel.  

    GİRİŞ 

    Balkanlar, Osmanlı Devleti öncesinde Anadolu’dan gelen alperen-dervişlere ev sahipliği yapmıştır. Ayvaz Dedeler, Küçük-Büyük Abdallar, Derviş İsmail’ler gibi birçok “Horasan Ereni” Balkanlar’ın fethinin öncüsü olmuştur. Bu horasan erenlerinden birisi de Sarı Saltık’tır.  

    Sarı Saltık Saltıknâme’de geçen kayıtlara göre Balkanlar, Afrika, Orta Asya kıtalarına fetihler gerçekleştirmiştir. Sarı Saltık’ın geniş fetih politikası sebebiyle, Ebu’l Hayr-ı Rûmî Sarı Saltık’ın hayatını ve gazalarını içeren Saltıknâme’yi yedi yılda tamamlayabilmiştir. Sarı Saltık’ın halk arasında evliyâullahtan birisi olarak bilinmesinden ötürü yaşarken gezdiği yerlerdeki kerâmetleri  ve ölümünden sonra da gösterdiği kerâmetleri çeşitlidir. Sarı Saltık fethettiği yerlerdeki beylerin kendi tabutunu istemeleri ile ilgili kavgaya düşmemeleri için vefatından önce oğullarına vasiyet eder. Bu vasiyet Saltıknâme’de Sarı Saltık’ın ifadesine göre: “Ben giderim! Siz beni yıkayıp, kefenleyin. Alıp mumumun yanına götürün. Çevredeki beyler sizden benim ölümü isterler. Birer tabut hazırlayın. Bir gece dursun, adamlarına verin. Ben o tabutlarda görüneyim. Benim tabutumu her yere koyun. Sizler de koydukları zaman görürsünüz. Beni on iki yere götürecekler. Her bir tabutta görünürüm.” Bu ifadelere bağlı olarak Saltıknâme’nin devamında Sarı Saltık’ın tabutunu alan ülkeler; Eski Baba, Tatar Hanı, Eflak Meliki, Boğdan, Rus, Üngürüs, Leh, Çeh, Bosin, Berevati, Tuna Baba, Frengistan olarak geçmektedir (Demir ve Erdem, 2013: 621-622).  

    Bu ülkelerin içerisinde Arnavutluk yer almamaktadır. Ancak Michael Kiel; Sarı Saltık’ın, fethettiği yerlere yaptığı hizmetlerden ötürü halkın onun adına sonradan makam, türbe oluşturduğunu, Saltuknâme’ye göre başlıcalarının; Kalliakra (Bulgaristan), Babadağı (Romanya), Blagay (Hersek), Ohri (Makedonya), Kruya (Akçahisar / Arnavutluk), Rumelifeneri (İstanbul), Babaeski (Edirne), Bor (Niğde), Diyarbakır, Tunceli ve İznik gibi merkezlerde pek çok türbe veya  makamının bulunduğunu ifade etmektedir (Kiel, 2009: 149). 

    Yaptığımız doktora tezi “Sarı Saltık’ın Balkanlar’daki Makamları Etrafında Oluşan Folklorik Unsurlar” kapsamında Balkanlar’da Sarı Saltık’ın önceki yıllarda derlenen makamlarını araştırmaya alan çalışmasına çıktık. Sarı Saltık’ın önceden derlenen çalışmalarda yer alan makamlarından birisi de Arnavutluk-Kruja olarak geçmektedir. Alan çalışmasında Arnavutluk-Kruja’da günümüzde yoğun şekilde devam eden Sarı Saltık inanışlarını gözlemledik. Bununla birlikte Arnavutluk-Kruja’daki Sarı Saltık makamının ve ayak izinin Alexandre Degrand1 tarafından yapılan alan çalışması sonucunda yazılı şekilde ortaya konulduğunu  belirledik (Degrand, 1901: 236-243).  

    W. Hasluck2 Degrand’ı kaynak göstererek Sarı Saltık makamı olarak Kruja’ya, çalışmalarında yer vermiştir (Hasluck, 2013: 68-69). Hasan Kaleşi3 kendisinin derlediği bilgiler ile Degrand’ın derlediği bilgileri birlikte vererek Sarı Saltık’ın Balkanlar’ın diğer ülkelerinde yer alan makamları gibi Arnavutluk-Kruja’da da bir makamının olduğunu ifade etmiştir (Kaleşhi, 1967: 50-54). Kaleşhi bu dağın şimdi Sarı Saltık’ın Dağı olarak anıldığını öncelerde Sen Spircon (Haz. Spircon) olarak anıldığını ifade etmektedir. Kaleşhi, Z.M.Harapi adlı bir şahsın 1933 yılında derlediği söylentiler ile 1901 yılında Degrand’ın bastığı kitaptaki söylentilerin aynı olduğunu ifade etmektedir (Kaleşhi, 1967:54) Degrand Sarı Saltık ile ilgili aşağıda aktarılan efsanenin ayrıntılı kısımlarını kısaltmıştır. İki şahısın da çevirisini incelediğimiz zaman ayrıntıların az olduğu kanaatine vararak Degrand’daki eksik kısımları çalışmamıza eklemeye çalıştık. Hasluck, Kaleşi, M. Kiel’in diğer çalışmaları4 dışında, Tayip Okiç Sarı Saltık’a Ait Bir Fetva makalesi5, F. Babinger Sarı Saltık Dede maddesi6, Ahmet Yaşar Ocak Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destanî Öncüsü Sarı Saltık kitabı7, Necati Demir Sarı Saltık Gazi kitabı8 gibi kaynaklarda Sarı Saltık’ın makam veya türbelerinin içerisinde Arnavutluk-Kruja’nın da yer aldığı ifade edilmektedir.  

    Arnavutluk-Kruja’da Anılan Sarı Saltık ve Bilinen Kerametleri 

    “Kruya, kabri olduğuna inanılan Sarı Saltuk Dede kültü etrafında odaklanan bir Bektaşî tarikat merkezi olarak önem kazandı. XIX. yüzyılda Arnavut milliyetçiliğinin ortaya çıkışıyla birlikte bir direniş ve millî kimliğin sembolü haline geldi. 835’te (1431-32) Osmanlılar’ın yaptığı Arnavutluk tahririnde kasabanın adı Akçahisar şeklinde geçmektedir.” (Kiel,  2002: 293-294) 

    Arnavutluk Sünniler ve Bektaşiler olmak üzere, her biri özel temsilciler tarafından yönetilen iki topluluktan oluşmuştur. Dünyanın en güçlü  Bektaşi topluluğu Arnavutluk Bektaşileri’dir. (Popovic, 1995 :18-19).9 Arnavutluk dünyada Bektaşi Tarikatı’nın merkezi olarak bilinmektedir. Arnavutluk’un Berat10, Tiran, Kruja gibi bölgelerinde Bektaşilik yaygındır ve Bektaşi Tarikatı’nı temsil eden mekanları halkın yaptığı inanç ve ritüellerle yoğun şekilde kullanılmaktadır.  

    M. Kiel, Sarı Saltık’ın Arnavutluk-Kruja’daki Makamı ile ilgili 1583 tarihli bir kayıtta uzun bir notun varlığından söz eder. Kayıtta “Sarı Saltık Makamı’na giden yolun tamirinde görevlendirilen Müslüman cemaatten” bahsedildiğini, Müslüman sivillerin sayısının (tamirciler dahil), 81 haneye yükseldiğini nakleder. Notun devamında:  

    Akcahisar tağında Sarı Saltık makamı olub etraf-i vilayetinden ziyaretine adamlar gelüb rah-ı mezbür ziyade şa’h ve düşvar olub ziyarete gelenler zahmet çekerler imiş işbu on nefer kimesne ki ekseri kadimden müsellemzadelerdir mezbür yolı gereği gibi düzüb ve harab oldukça ta’mir ve termim etmeğe mültezim olmağın mademki iltizamları mucibince eda-i hizmet edeler öşürlerin verdiklerinden sonra sair avariz-i divaniye ve tekalif-i örfiyeden mu’af ve müsellem olmak üzere defter-i atikde mukayyed olmağın halya defter-i cedid-i sultaniye dahi vech-i meşruh üzere kayıd olundı.” yer almıştır. (Kiel, 2000: 40-41) 

    Bu bilgilere göre 1583 yılında Sarı Saltık’ın makamına ziyaretlerin gerçekleştirildiği görülmektedir. Buna ek olarak Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Sarı Saltık’ı Anma kapsamında törenlerin yapıldığı geçmektedir. Seyahatname’nin ‘Ergiri halkının diğer kötü gelenekleri başlığında’: “Bunlar düğünlerde, Hızır Günü’nde, Nevruz-ı Harezmşahi’de, Kasım günlerinde, Sarı Saltık günlerinde ve iki bayramda tamamen altınlı giyeceklere gömülüp kırmızı içkileri içip bütün güneş parçası dilberler ile aşıkları el ele verip kafir töresi gibi kuç kucağ olup horoz tepip kuşak kuşağa yapışıp hora tepme semaı ederler. Bu da bir kötü şeydir ki çirkin törendir, ama böyle göregelmişler, bunu da ayıplamazız.” olarak geçmektedir. (Evliya Çelebi, 2011c:  8/656). XVII. yy.’da Sarı Saltık’ın anılmaya devam ettiği bildirilmektedir.  

    Yapılan alan çalışması ile Arnavutluk’un Kruja bölgesinde Bektaşilerin yoğun olarak yaşadıkları gözlemlenilmiştir. Kruja’da halk arasında Sarı Saltık; Hacı Bektaş-i Veli tarafından Balkanlar’ı fethetme ile vazifeli derviş ve asker olarak tanınır. Bu sebeple Kruja halkı Sarı Saltık’ı Bektaşi olarak tanımakta ve sahip çıkmaktadır. Arnavutluk-Kruja’da özellikle yerli halk Sarı Saltık’a olan saygısını, ilgisini ziyaretlerle devam ettirmektedir. Sarı Saltık ile ilgili anlatılan efsane, menkabe, inanışlar halkın dilindedir. Balkanlar’daki; Yunanistan, Bulgaristan gibi ülkelerde günümüzde Sarı Saltık’ın adını duyan, bilen insan sayısı azdır. Ancak Arnavutluk ve çevresinde Sarı Saltık ile ilgili menkabelerin, efsanelerin, inanışların aktarımı nesilden nesile sağlanılmaktadır.  

    Jules Alexandre Theodore Degrand halk arasında derleme yaparak 1901 yılında yayımladığı “Souvenirs de la Haute-Albanie” adlı eserinde kendi ifadesiyle Sarı Saltık hakkındaki ‘legende’ yani ‘efsaneyi’ şu şekilde aktarır: 

    “Kruja’da yaşayan bir hristiyan prens varmış. Bu kişi bütün prenslerden daha güçlüymüş. Ancak onun gücü, korkunç bir ejderha çıkana kadarmış. Bu ejderha dağın tepesinde bir mağarada yaşıyormuş. Geceleri burada uyur, gündüzleri kilisenin yığınları içinde duruyormuş. Onun ataklarından korunmak için her gün bir insanı ejderhanın yemesi için götürürlermiş. Onu öldürmek için çok uğraşmışlar ama öldürememişlerdir.  

    Bir gün Kruja’ya  nur yüzlü, sakalları göğsüne kadar inmiş, tahta kılıcı ve selvi ağacından yapılmış sopası olan, yaşlı bir derviş gelmiş. Kahvehaneye girmiş ve mütevazi şekilde bir kenara oturmuş. Kimse ona dikkat etmemiş. Orda bulunanlar dehşet halindelermiş. Ejderhaya yemek götürme sırası prensin kızına gelmiş. Ejderhaya yemek götürmeye giden geri gelmiyormuş.  

    Ertesi sabah yaşlı adam, yalnız başına yol alır. Yolda gözlerinde yaşlarla genç kızla karşılaşır. Ona “Kızım benim neden ağlıyorsun?” der. Kız ona ejderhanın hikayesini anlatır ve ejderhaya gitmek istemediğini söyler. Prens halka sözünden dolayı, kızını ejderhaya göndermek zorunda kalır. Onu kurban eder. Kız da dönenler geri gelmediği için kendinin kurban olacağını bilir. Yaşlı adam kıza: “Korkma kızım, seni terk etmeyeceğim. Ben de seninle geleceğim.”der. Kız hıçkırarak ve inleyerek dervişi takip eder. Biraz yürüdükten sonra dururlar. Yaşlı derviş kıza: “Benim kafam bit ile dolu. Çok rahatsızım. Beni bu sıkıntıdan kurtarır mısın?”der. O kız gönülsüzce bu işe başlar. Bu sürede uykuya dalan derviş yanağına düşen gözyaşı ile uyanır. Ona: “Ağlama. Yolumuza devam edelim.”der. Dağın tepesine fazla gecikmeden ulaşırlar. Canavarın gürültülü soluğu, her yeri pörsüten sıcaklığı ile nefessiz kalan kız, susuzluktan şikayet eder. Yaşlı adam kayanın tarafından bir delik açar. O kayadan su fışkırır. Susuzluklarını giderdikten sonra ilerlemeye devam ederler. Ejderha ise onları beklemektedir. Yaşlı adamın ayakları dizlerine kadar kayanın içine batmıştır. Kayalıklar ise bu batmadan dolayı düzleşmiştir. Derviş kıza arkasında durmasını söyler. Canavar onu fark ettiğinde onu üç defa kendisine çekmeye başlar. Ama onları alamaz. Kaya onları kelepçeli gibi tutmuştur. Derviş: “Bu olay ileride efsane olarak anlatılacaktır.”der. Tahta kılıcını çıkarır ve canavarın peşine düşer. Ejderhanın yedi başını ve  yedi dil parçasını kesip cebine koyar. Halkın söylemine göre derviş ejderhayı öldürmeyip kuyruğundan tutarak kuzeye fırlatmıştır. Böyle bir efsaneyi halk inkar etmemektedir. Canavarı öldürmek zordur. Bu yüzden canavarı fırlatmasını normal görmektedirler. Bu sebeple bu hayvanın düştüğü yere de Lesh (Türkçe’de gebermiş hayvanların kokusu, pislik) demektedirler. 

    Bu iyilikten sonra herkes yaşlı adam ve kız ile şehre girer. Canavarın öldürülmesini duyan halk çok sevinir. Kız babasına nasıl kurtulduğunu anlatır. Prens kızını kurtaran kişinin bunu ispatlaması halinde kızını ona vereceğini söyler. Kızı kurtardığını iddia edenler canavarı öldürdüklerini söylerler ama delil gösteremezler. Kız, babasının yanında üç elma ile bekler. Kız, onu kurtaran doğru kişiyi görünce elmayı ona verecektir. Prens şehirde yabancı olup olmadığını sorar. Yaşlı, sessiz adamın kahvahanede oturduğunu söylerler. Onu şatoya götürürler. Onun böyle bir iş yapamayacağını söylerler ve gülerler. Prenses onu görünce birinci ve ikinci elmayı verir. Elmayı dervişin eline verdiğinde kız “İşte benim kurtarıcım” der. Yaşlı adam da elindeki ejderhanın parçalarını gösterir. Ancak kız ile evlenmek istemez. Derviş prense: “Biz dervişler kadın almayız, evlenmeyiz, ne görücü usülüyle ne kendi isteğimizle; kızını ve servetini koru, senden sadece ejderhanın mağarasında yaşamayı ve her gün bana yemek getirmeni istiyorum.” der.  

    Prens: “Yeminim olsun. Ama şu gebermiş ejderhanın leşinden bizi kurtardığın zaman, çünkü kokusu tüm şehrimizi sardı.” der. İhtiyar mağaraya gider, kılıcıyla yere vurdu ve neredeyse dağın tamamı ikiye bölünecek kadar bir çukur açar ve ejderhayı oraya gömer. Sonra birkaç yıl orada yaşar. Kimseye zararı olmamasına rağmen özellikle Prensin çevresindekileri korku sarmaya başlar. Prens’e: “Bu ihtiyar, bir tahta kılıçla ejderhayı öldürebildiyse, dağı bölebildiyse, hepimizin kökünü kazıyabilir, her zaman başımızın üstünde, Tanrı aşkına başımızdan çekin!”derler. 

    Her gün yemeğini götürmekle görevli adam, bir gece ağlayarak dervişe bir karpuz götürür ve: “Kaçabildiğin yere kaç. Seni öldürmeye gelmek istiyorlar.” der. Bölmek için bıçağını karpuza koyan derviş: “Sana bunu hatıra olarak bırakıyorum!”der ve ansızın bir katırın üzerinde  görüür. Ovadan ovaya atlaya atlaya bir dağın tepesine varır ve katırı bırakır. Dört adımla Corfuz’a varır. İlk adımı Kruya’ya yakın yerde, ikincisini Shah’ta, üçüncüsünü Durrıs’ta atar. Bu yerlerde birer tekke inşa edilmiştir. Büyük bir saygı mevzuudur. Korfu’da öldüğü söylenir. 

    Bu efsanenin devamındaki diğer anlatıda; Kruyalılar Sarı Saltık için, Pirew’de Hacı Bektaşi’nin yanında yetişen bir derviş olduğunu ve çoban olarak hizmet ettiğini söylerler. Bir gün hocası ona dedi ki ‘Haydi, Saldık saldım seni’. O zamandan beri Saldık, Saldım ismi sarı saçlarından ötürü Sarı Saldık veya Sarı Saltık olarak değiştirimiştir.  

    Sarı Saldik’in macerası -Haza Kitap Vilayetname Şerif Hünkar Hacı Bektaş-ı Veli (k.s.)-olarak parşeman kağıdının üzerinde yazılı eski ve nadir yazarı belli olmayan bir eserde –geçer. Bu yazarın kitabına göre Sarı Saldik bir bektaşi çobanıydı. Bektaş Sarı Saldik’e özgürlüğü ile birlikte tahtadan bir kılıcı da armağan etmişti. Sari Saldik Anadolu’daki tekkeyi başka bir dervişe bırakıp başka bir derviş ile yola koyulur. Seccadesi ile Karadeniz üzerinden geçerek Avrupa’nın kıyısına varır ve Rumeli’ye doğru ilerler. Bu diyarları dolaşır. Her yerde mucizeler göstererek yerli halkı Müslüman yapar. Dobrusha’ya (Dobruca) varır ve Kelfra11 adı verilen bir şatoya varır. Orada ayak ve el izlerini bırakır. O ülkeyi üzen ejderha ile karşılaşır. Ona yolculukta eşlik eden arkadası susadığını söyleyince kayaya delik açar ve kayadan denize dökülen bir su çıkar. Canavar ile karşılaşmak için geldiğinde ona verilen kılıcı unuttuğu için içi içini yer. Hacı Bektaş’ın Sarı Saltık’a yardım için gönderdiği melek Hacı Bektaş’a Sarı Saltık’ın durumu anlatır. Hacı Bektaş ona kılıcını gönderir. Sarı Saltık mucizevi kılıcı aldığı zaman ejderhanın parçalarını denize atar.  

    Sarı Saltık Hacı Bektaş’ı Pirev’de ziyaret edip Kelfra’ya tekrar döner. Sonunun geldiğini anladığı zaman dervişlerini toplar ve onlara şunu söyler: “Ben öldüğüm zaman bu odaya kırk tabut yerleştirin. Beni bunlardan hiçbirinin içerisine koymayın.”der. Öldükten hemen sonra dervişler onun  istediği gibi yaparlar ve geri çekilirler. Ertesi gün onlara büyük bir sürpriz olur. .Sarı Saltık tabutların her birisinde yatıyordur. Kral’ın bu mucizeden haberi olur ve bu kırk tabutu inceler. Sarı Saltık tabutlardan birinde elini kıpırdatınca Kral şu sonucu çıkarır: “Hayatı boyunca bu mucizeleri yapan kişi öldükten sonra da mucizelerine devam eder. Bu sadece ceset olamaz. Onun mucizeleri öldükten sonra da devam edecektir.” der (Degrand, 1901: 236-241). 

    Arnavutluk Kruja’da halkın dilinde anlatılan, bilinen Sarı Saltık ile ilgili derlediğimiz bilgiler genel olarak bizi aynı efsaneye, menkabeye ulaştırmaktadır.  

    Günümüzde halk arasında Sarı Saltık ile ilgili aktarılan menkabeler, efsaneler şu şekildedir: 

    “Sarı Saltık’ın iki makamı Komünizm zamanı 1967’den 1990’lı yıllara kadar gizli ziyaret edildi. İnsanlar Sarı Saltık’a gitmeye devam ettiler, gitmeyi aksatmadılar. Çünkü Kruja’nın çoğu Bektaşi’dir. Bektaşiler geleneklerine, ayinlerine bağlıdırlar. Sarı Saltık’ın lakabının da ‘Sarı’ olmasının sebeplerinden birisi de, sara hastalığına şifaya vesile olmasındandır. Ayrıca halk Sarı Saltık’a ‘Sahib-i Karadat-Keramet Sahibi, Keramet Gerçekleştiren’ demektedir. Sarı Saltık’ın buraya 17 Mayıs 1325’te geldiği geçmektedir. Çok araştırma yaptım ve bu alanda burada benden daha iyisi yoktur. Bilinen burada dört ismi vardır: Mehmet Barbara, Mehmet Buhari, Şerif Hızır, İsmail. 

    Arnavut bir yazara göre, Sarı Saltık çok isim kullanmaz. Sarı Saltık Balkanlara geldiği zaman halkın çoğu Hristiyandı. Sarı Saltık’ın Müslüman olduğunu gizlemek için ismini sakladığını söyler. Sarı Saltık’ın kaldığı yer Kruja’nın en tepesiydi, dağın tepesiydi. Dağda mağara var, duyduğumuz kadarıyla orada kalırmış. Çok fazla kerameti vardır. En önemlisi ejderha olayıdır. Sarı Saltık ejderhayı yendikten sonra Prens’ten dağda yaşamak için izin ister ve dağda yaşar. Ancak sonradan ortaya çıkan kötü niyetleri Sarı Saltık anlar ve dağa vurur. Vurduğu yerden hala su akıyor denir. Atına biner ve tepeden uçup, gider. Önceden ayak bastığı yerlerdeki izlerden bulunanlar vardı. Sarı Saltık, Durres12 denilen yerde denize seccadesini serer ve Anadolu’ya geçer.13 

    Sarı Saltık, Hacı Bektaş’ın dervişidir. Balkanlara İslami yaymak için gelmiştir. İlk olarak Korfu Adası’na gitmiştir. Sonrasında Arnavutluk’a gelmiştir. Kruja Dağı-Blagaj-Bulgaristan-Romanya-Anadolu olmak üzere yedi ülkeyi gezmiştir. Amaç iyiliklerin fethidir, savaş değildir. Bu yüzden Sarı Saltık çok keramet gösterir. Hayatı hakkında çok bilgi yoktur. En çok bilgi Evliya Çelebi’dedir. Evliya Çelebi rüyasında bir gün, Sarı Saltık’ı görür ve Sarı Saltık ona: “Niye beni hala ziyarete gelmedin? Makamıma gelip, niye dua etmedin? ”der. Evliya Çelebi de: “Seni nereden bileyim? ”der. Sarı Saltık ona yerini bildirir ve Çelebi ziyarete gider. Evliya Çelebi onu apaçık görmüştür. Ruhu, kalbi temiz insanlar açıkça evliyaları görürler. Ayette dediği gibi, ‘Nereye dönersek dönelim Allah’ın vechi oradadır.’14   

    “Sarı Saltık Kruja’ya gelmiş ve dağda bulunan ejderhayı öldürmüştür. Ejderhayı öldürdüğü yer su kaynağı olmuştur. Bu yüzden bu bölgeye “Kruja” denilmiştir. Kruja’nın anlamı “su kaynağı”dır. Bu eski Arnavutların anlattıkları bir efsanedir.1516 

    “Sarı Saltuk Kruja’ya 14. yy’da gelmiştir. Dağda ejderha vardır. Sarı Saltık halkı ejderhadan kurtarmak için ejderha ile savaşır. Efsaneye göre ejderha hergün bir insan yiyormuş ve ejderhanın üç başı varmış. Sarı Saltık efsaneye göre, bu başların hepsini tek tek kesmiş. Ejderhanın başından akan kanlar nehir gibi dağdan aşağıya doğru akmaya başlamış. Halk arasında o nehrin günümüzde hala aktığına inanılmaktadır.”17 

    “Bektaşi Tekke’sinde vazifeliydim. İslam’da on iki tarikat vardır. Her on iki tarikatın kabul ettiği İslam misyoneridir. Sarı Saltık İslam’ın ve Balkanlar’ın misyoneriydi. Korfu, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, İsveç, Hindistan gibi, ülkelerde makamları bulunmaktadır. Gerçekte nerede yattığı ise bilinmemektedir. Hacı Bektaş-ı Veli tarafından vazifeli gönderilmiştir. Hacı Bektaş-ı Veli de birçok yere fethe gitmiştir. Seyyiddir. Ahmed Yesevi de onların baş hocasıdır. Ahmed Yesevi Hazretleri, Sarı Saltık’ı fethe göndermeden önce ona: “Rahip kılığına girerek tebliğ vazifeni yap.” demiştir. Çünkü 1395 yılında Balkanlar’da Ortodoks inancı yaygındı. Merkezi İstanbul’du. Sarı Saltık’ın vazifesi bu yüzden daha zordu. Sarı Saltık da, zamana ve mekâna göre temsiliyetini ve vazifesini yaptı. Sarı Saltık duyduğum kadarıyla 1287-1325 yılları arasında Arnavutluk ’da bulunmuştur. Sarı Saltık bilinen efsaneye göre, dağdaki makamından atıyla uçarak Kruja’dan ayrılmıştır. Bununla alakalı farklı efsaneler bulunmaktadır. Sarı Saltık’ın yeniçeri olabileceğini de düşünüyoruz. Ayrıca giderken yerine iki derviş bırakmıştır. Halk arasında bilinen Küçük Abdal ve Büyük Abdal’dır. Küçük Abdal’ın kabri bilinmektedir ancak Büyük Abdal’ın kabri Komünizm zamanı yıkılmıştır.”18  

    “Dedelerimizin Sarı Saltık ile ilgili anlattıkları bir efsane vardır. Sarı Saltık Kruja’ya geldiği zaman küçük bir kızla tanışmış. Yedi kafalı bir ejderha her gün bir insan yiyormuş. Sıra o küçük kıza gelmiş. Sarı Saltık o kızı ejderhadan kurtarmıştır. Bu olaydan sonra halk arasında Sarı Saltık iyi, kahraman insan olarak bilinmiştir. Kızın kurtarıldığı o tepelik kısımdan yılın bir günü -zamanı bilinmemektedir- ışık gelmekteymiş.”19    

    Bu efsanenin ana temasının aynı olduğu bazı motiflerin farklılaştığı bir diğer efsane örneği de Bosna-Hersek Blagaj’da20 aktarılmaktadır. “Eski zamanda Blagaj’daki mağarada kocaman ve korkunç bir ejderha yaşamaktaymış. Her yıl oranın halkı kendisine yemesi için genç bir kız veriyormuş. Sıra o zamanın Hersek Kralı olan Stephane’nin kızı olan Milica’ya gelmiş. Sarı Saltık sıranın bu kıza geldiğini duymuş. Şehrin altından mağaranın oraya çıkan bir geçiş vardır. Sarı Saltık o kızı buradan kurtarmaya gider. Sarı Saltık kızı görünce aşık olur ve bu aşktan ona mucizevi bir güç gelir. Kızı ejderhadan kurtarır ve ejderha ile savaşır. Ejderhanın kuyruğu savaşırken mağaranın duvarlarına çarpar ve duvarlar yıkılır. Sarı Saltık, ejderhayı yener. Sarı Saltık’ın cesaretinden dolayı Kral kızını, Sarı Saltuk’a verir. Sarı Saltık da evlenir. Sarı Saltık halk arasıda kahraman olarak bilinir (Robert Michel, 1909: 61-62).21 

    Aktarılan bu efsanede Sarı Saltık kız ile evlenmiştir. Arnavutluk-Kruja’da aktarılan efsanede ise Sarı Saltık kız ile evlenmemiştir. Blagaj’daki bu efsaneyi halktan derlediğimiz zaman yukarıdaki aktarılanlarla benzer bilgilerin olduğunu kaydettik. Ancak bu konu ile ilgili ayrıntılı bir anlatım ile karşılaşmadık.   

    Sarı Saltık ile ilgili önemli kaynaklardan birisi de Evliya Çelebi Seyâhat-nâmesi’dir. Evliya Çelebi Sarı Saltık’ın makamlarını gezerek Sarı Saltık hakkında bahsettiği hadiseler ile çalışmamızı pekiştirmiştir. Evliya Çelebi Seyahatname’de Sarı Saltık ile ilgili ejderha olayını iki yerde zikreder. Arnavutluk-Kruja’da aktarılan ejderha olayı, Seyahat-name’de yer alan Bulgaristan-Kaliakra’daki olaya göre farklı motiflerle aktarılmıştır.  

    Bulgaristan-Kaliakra’da zikredilen, Keliğra Sultan yani Sarı Saltık Sultan Tekkesi’nin anlatılması başlığında: “Bu kutlu tekkenin yapılış sebebi odur ki (—) tarihinde bizzat Muhammed Hacı Bektaş-ı Veli Yesevi şehrinde Türk-i Türkan Hoca Ahmed Yesevi’den fakirlik cihazını kabul edip Rum (Anadolu) diyarında post sahibi olmaya izinli ve yetkili olup 370 fukara ve bu Keliğra Sultan bütün fukaralara ser-ceşme (şeyh) olup Hacı Bektaş-ı Veli ile Anadolu’da Orhan Gazi’ye gelip Bursa fethinden sonra Hacı Bektaş, Keliğra Sultan’ı 70 fukarasıyla Moskof, Leh (Polonya), Çek ve Dobruca diyarlarına gönderip Rum erenleri olmaya izin verip; “Dobruca’da bir böcek vardır, onu öldürüp Allah’ın kullarını şerrinden kurtar” diye Hacı Bektaş, Keliğra Sultan’ın eline bir tahta kılıc, bir seccade, davul, kudüm, sancak, bayrak, def ve nakkare verir. Keliğra Dede, Sinop Kalesi’ne gelir. İnsanların gözleri önünde yetmiş nefer fukarasıyla postlarını deniz üzerine döşeyip; “Ya Hayyu ya Kayyum” isimlerini çekerek, def ve kudümlerini çalarak bir günde Rum tarafında Kırım ülkesine, oradan Moskof illerinde Heşdek taifesini ve Leh ülkesinde Libka taifesini tamamen İslam ile şereflendirip kıyafet değiştirerek Leh diyarında Daniska İskelesi’nde İsveti Nikola adlı yani Sarı Saltık isimli bir patrik ve sapkın inançlı rahiple dostluk kurar. O Sarı Saltık’ı kati edip pis leşini gizleyerek nice zaman ibadethanesinden çıkmayıp; “Ben Sarı Saltık’ım” diye nice bin adamı gizlice Hz. Muhammed dinine davet edip İslam ile şereflendirirdi. Nice zaman bu hal ile Sarı Saltık adıyla seyahat etti. Kendileri de tabii olarak sarışın olduğundan Şeyh Ahmed Yesevi Hazretleri kendilerine Saltık Bay namıyla künye vermişler idi. Ama mübarek isimleri Muhammed Buhari’dir. Daha sonra seyahat ile “Pir er vardı” yani Pravadi Kalesi’ne gelip yerleştiğinden “Bir er vardı”dan bozma Pravadi Kalesi derler. Orada def ve kudümünu çalarak Dobruca Kralıyla buluştuğunda kötü işli sapık Kral: “Ey Sarı Saltık! Eğer sende keramet varsa benim ülkemde bir ejderha ortaya çıktı. Karadeniz kıyısında bir yalçın kaya içinde kendisine yuva edinip halkımı ve insanlarımı yedi. Dünyada iki ciğerköşem kızlarıma şans çekilişi düştü. Ejdere gıda olması icin Dobruca ovasında büyük bir direğe kızlarımı bağlamışız. Öğle vakti olunca gelip yese gerek, ama bu ejdere bir çare eyle” diye Dobruca Kralı rica edince Sarı Saltık Sultan; “İmdi Kral, Muhammed dinini hak bilip İslam ile şereflenirsen senin kızlarını o böceğin gıdası olmaktan Allah’ın emri ve Pirim’in himmeti ile kurtarayım” deyince kral can u gönülden yemin billah eyleyip durur. Hemen Saltık Bay-ı Veli fukaralarına “Allah’ı zikredin” deyip 70 adet gönlü yaralı dervişleriyle def ve kudümlerini çalıp bayrak ve sancaklarını kaldırıp Saltık Veli tahta kılıcını kılıfından çıkarır, “Niyyetu’l-gaza” deyip bir papaz kılavuz ile Dobruca sahrasında kral kızlarının direğe bağlı olduğu yere [266b] varıp kızları kurtarıp bir yerde saklar. Kendisi direğin dibinde durur. Sıcak şiddetlenince Dobruca sahrasından yedi başlı bir ejder gıjgırıp kuyruğunu yukarı doğru kaldırıp eski alışkanlığı üzere direğe yakın gelince hemen Sarı Saltık Sultan fukaralarına işaret edip def, kudum, boru ve zil çalınca ejder direk dibine yakın geldiğinde Saltık Bay Sultan; “Ey eşi benzeri olmayan Rabbim” deyip dal-satır olup, “(Bütünalemler inde bizden Nuh’a selam” [Saffat, 79] ayetiyle bir naraya yol buldurup ejderin aşağı kellesine bir tahta kılıç nice vurursa kelle yuvarlanıp bir kılıç darbesi daha vurup bir kellesini keser. Hemen ejder kuyruğunu çekmeye çalışır, ancak Hüda’nın emriyle çaresiz kalıp dört başıyla kaçar. Ardı sıra Şeyh Saltık Sultan ejderi koyarak ardından gider. Ejder can acısından mağarasına girer, Şeyh de ardınca girip dört kellesini daha keserken ejder Şeyh’i kucaklayıp sıkar. Şeyh de: “Ey Koruyucu, Müstean Allah” deyip arkasını mağaranın bir tarafına dayar. Şeyh’in vücudunun kayaya girdiği yer hala açık seçik bellidir. İki mübarek elleri ve iki kutlu ayaklarının kayaya tesir ettiğinin izleri açıkça bellidir. Daha sonra ejderin gücü ve dermanı kalmayıp Saltık Sultan’ı koy verir. Adı geçen Sultan eli kan, kılıcı kan, sinesi üryan, dilinde Hazret-i Kur’an okuyarak fukaralarının yanına gelip kralın iki kızını yanına alıp Dobruca kralına gitmede. Daha önce kızların bağlı olduğu direğin dibinde Şeyh Hazretleri ejderin üç kellesini kesip ardı sıra kova giderken beri tarafta kılavuzluk ile gelen papaz ejderin iki kulağını ve bir dilini kesip seğirderek Dobruca Kralı’nın önüne kulakları ve dilleri bırakıp; “Müjde olsun Kral’ım, ejderi öldürüp kızları kurtardım, işte delilleri” diye yalan söyler. O anda Saltık Sultan da Kral’ın kızlarıyla gelip tahta kılıcı kanıyla Kral’ın huzuruna kor. Kral kızları bağırlarına basıp; “Ejderi kim öldürdü?” diye sorar. Kızlar da gerceği, Saltık Bay Sultan’m öldürdüğünü bir bir anlatırlar. Mel’un rahip ısrarcı olup; “Elbette ben öldürdüm” der. Saltık Sultan der; “İmdi ey Kral! Ejder öldürmek keramettir. Bu rahip ile beni bir kazana koyup su icinde fokur fokur kaynatın. Hangimiz ejderi öldürdü ise pişmeyip kurtulur. Yalan söyleyip ben öldürdüm diyen kebap olur” diye bu şekilde meydan okuyunca dinsiz rahip bu söze razı olmaz ama Kral: “Öyle olsun” der. Pravadi batısında Kazan Balkan’ı demekle bilinen o Balkan’da bir kazan içine su doldururlar. Başka rahipler Saltık Sultan’ın ellerini ardına bağlayıp kazana korlar. Dervişler de papazı sağlamca bağlayıp kazanın içine korlar. Kazanın altına ateş yakarlar. Alev alev Nemrud ateşi içinde iki can kaynamada. Beri Anadolu tarafında Kırşehri’nde Hacı Bektaş-ı Veli, mendiliyle bir kayayı silip; “Saltık Muhammed’im ıztırapta terlemededir. Hak elinden tuta, yardımcısı ve destekcisi ola” dediğinde kayadan tuzlu su akardı. Hala Hacı Bektaş-ı Veli tuzu o günde meydana geldi. Daha sonra kazanın ağzını açıp gördüler ki Saltık Bay Sultan ter içinde kalıp “Ya Hayy” ismini çekmede. Mel’un rahip ise pelte olup ancak kemikleri ve siyah ruklesi kalmış. Dobruca Kral bu hali görünce Şeyh’in ayaklarına kapanıp şehadet parmağını kaldırıp içtenlikle Sübhan’ın kölesi olup çevresindekilerden o saat yedi bin adam ile İslam’a geldiler.” (Evliya Çelebi, 2008b:  2/158-162). 

    Bu menkabe Arnavutluk-Kruja’daki efsaneden birçok motif ile farklıdır. Ancak ana tema olarak tahta kılışla ejderha öldürme ve buna bağlı olarak Kral’ın kızlarını kurtarma vb. gibi, bazı benzer motifler söz konusudur. Bulgaristan’daki olay daha zengin motiflere sahiptir.  

    Aktarılan bu menkabede “Şeyh’in vücudunun kayaya girdiği yer hala açık seçik bellidir. İki mübarek elleri ve iki kutlu ayaklarının kayaya tesir ettiğinin izleri açıkça bellidir.”ifadelerinin bir başka benzerini Arnavutluk-Kruja’da,  Sarı Saltık’ın elini kayaya vurduğu yerden akan sudan halk içip hastalarına içirdiğini kayıt altına aldık.  

    Günümüzde Kaliakra’da yaşayan halk Sarı Saltık’ı ve aktarılan bilgileri Arnavutluk-Kruja’daki halk kadar bilmemekte ve Sarı Saltık’a sahip çıkmamaktadır. Kaliakra’nın yerleşim yeri olmaması, turistik yer olarak geziliyor olması da Sarı Saltık’ın bilinmemesinin önemli sebeplerindendir.   

    Sarı Saltık ile ilgili Arnavutluk-Kruja’da bahsedilen menkabe ve efsanelerde genel olarak Sarı Saltık’ın ejderhayı tahta kılıçla öldürmesi önemli bir motif olarak değerlendirilmelidir. Sarı Saltık’a tahta kılıcı Hacı Bektaş-ı Veli vererek, Rum Ülkeleri’ne mücadeleye, fethe göndermiştir (Duran, 2005: 95a). 

    Tahta kılıç semboliktir. Veli dediğimiz kişiler halkın ihtiyaçlarını gideren, kalp kırmayan, yardımsever kişilerdir. Tahta kılıcı iki açıdan ele alabiliriz. Birincisi kalp dahi kırmayan velilerin kılıç ile gezmeleri özellikle İslamiyet ile tanışmamış topluluklar için korkutucu bir araç olabilir. İkincisi ise; alperen-gazi veliler halka İslamiyet’i aktardıktan sonra halkın İslamiyet için delil istemeleri üzerine, veliler bu delilleri keramet vasıtasıyla göstermektedirler. Tata kılıç bir keramet aracıdır. Halk bu kerametleri gördüğü zaman veli olan kişiye inanır ya da inanmaz. Sarı Saltık ile ilgili aktarılan olaylarda Sarı Saltık’ın gösterdiği kerametin sonucunda İslamiyete inanan büyük kitleler söz konusudur. Tahta kılıç ile ejderha öldürme menkabeleri yüzyıllardır anlatılagelen menkabelerdir. Saltıkname’de bu konular ile ilgili ayrıntılı örnekler söz konusudur.22  

     “Velîlerinin ortak bir yanları da, tahta bir kılıca sahip olmaları, bununla yerine göre ejderha, yerine göre kâfirlerle savaşarak onları öldürmeleridir. Bu motif, menâkıbnâmelerden başka Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarını anlatan ilk devir vekayinâmelerinde bile vardır. Tahta kılıç, hemen hemen XIII.-XV yüzyıllarda yaşamış ve bir kısmı ilk Bektaşîler arasında kabul edilen adları geçen şahısların, velilik yönlerinin yanında bir de gazilik tarafları olduğunu, kâfirlerle mücadele ettiklerini göstermektedir. Türk efsâne, destan, hikâye ve masallarında bol miktarda rastlanan bu motifin, özellikle Bektaşîliğe mal olmuş velîlerin menkabelerinde de yer aldığı müşahede olunmaktadır. Ejderha ile mücadelesi anlatılanlar, başta San Saltık olmak üzere, Hacım Sultan, Otman Baba, Koyun Baba ve Demir Baba’dan ibarettir. Ancak Bektaşî velîsi olmadığı halde ejderha ile mücadelesi nakledilen başka şahısların da yer bulduğu olmuştur.” (Ocak, 2005: 178-180-225)  

    Sarı Saltık’ın fetihler için gittiği Romanya-Babadağı ve diğer ülkelerde buna benzer efsane örnekleri yer almaktadır. Saltıknâme’nin de birçok kısmında ejderha örneğine yer verilmiştir. Halk Sarı Saltık’ın ejderhayı öldürmesinden dolayı onu büyük, yüce, kutsal kişi olarak tanımlamaktadır. Efsanede ejderhanın üç başlı ya da yedi başlı olması ve bir insanın bu ejderhayı öldürmesi kerametvâri bir olaydır. “Keramet; velilerden zuhur eden olağan üstü hal, bir yetkiye dayanarak iş yapmak anlamlarına gelmektedir. Keramet mucize gibi tabiat kanunlarıyla açıklanamayan olağan üstü ve sıra dışı bir olaydır. İçerik açsıından mûcizeden farklı değildir; aralarındaki fark meydana geliş şekliyle ilgilidir. Mûcize peygamberlerden, kerâmet tam olarak ona bağlı olan velîlerden zuhur eder. Ancak peygamber peygamberliğini iddia eder ve bunu ispat için mûcize gösterir. Gösterdiği mûcize ile inanmayanlara meydan okur. Peygamberi örnek alan velî ise velîlik iddiasında bulunmadığı gibi kimseye meydan da okumaz. Birinde mûcizenin izharı, diğerinde kerâmetin zuhuru söz konusudur.” (Uludağ, 2002: 265)  

    Arnavutluk-Kruja’da Sarı Saltık halkı müşkil bir durumdan kurtarmasından dolayı toplum tarafından kahraman modeline-kalıbına girerek halk tarafından kısa zamanda sevilmiş ve itibar görmüştür. Yüzyıllardır Sarı Saltık’ın unutulmamasının, onun ile ilgili bilgilerin nesillere aktarılmasının önemli sebeplerinden birisi budur. Performans Teori Kuramı’na göre alan çalışmasında Kruja’daki Sarı Saltık ile ilgili kayıtlar, yukarıda bahsedilen halkın muhayyilesindeki tarihi Sarı Saltık ile örtüşmektedir. Kruja’da yüz yıl önce halkın anlattığı Sarı Saltık menkabeleri, efsaneleri, inanışları günümüzde halkın hayalinde canlı şekilde yaşamaya devam etmektedir.   

    Sarı Saltık’ın Makamı-Ayak İziZiyaretgâhı 

    Halk Sarı Saltık’ın ejderhayı öldürmesinden dolayı onu büyük, yüce, kutsal kişi olarak tanımlamaktadır. Bu sebeple Sarı Saltık’ın yaşadığı mekanlara da kutsaliyet arz etmişlerdir. Sarı Saltık’ın kutsal olarak kabul edilen makamı halkın ifadelerine göre 1176 metre yükseklikte dağın zirvesindedir. İnsanlar bu makama ziyarete sürekli gitmektedirler. Genel olarak Balkanlar’daki Sarı Saltık makamlarına bakıldığı zaman dağların ya da sakin yeşillik yerlerin seçilmiş olduğu görülmektedir. Dağ tarihimizde birçok anlamları içermesi sebebiyle özellikle sığınak, koruyucu, inziva yeri olmasından dolayı seçilmektedir. 

    “Dağın tepesinde, yaklaşık 600 metre yüksekte, bizim olduğumuz yerden, Bektaşilerin türbe ve tekkesi görünüyordu, ki ona Sarı Saltık derlerdi. Oraya çıkmak için kırk beş dakika lazımdı ama yerliler orayı öğrenince on beş dakikalık yer oldu. Sarı Saltık’ın bulunduğu tepeye, çevredekiler “Aziz Leş ve Aziz Spiridyon” olarak da adlandırırlar. Tüm Bektaşi dervişleri arasında en tanınmışı, Krujalıların misafir ettiklerinden en gurur duydukları Sarı Saltık’tır, en kerametvari olayların tek azizi olarak bilinir.” (Harapi, 1993:1) 

    Sarı Saltık’ın halk arasında bilinen kahramanlığı dağa yansıyarak Ali Berat Alptekin’in “İnsan Asıllı Dağ Efsaneleri” başlığı altında yer alan örneklerin içerisine dahil edilebilir. İnsan Asıllı Dağ Efsanelerinde; tabiattaki birçok varlık insan ve insan ile ilgili olaylarla bütünleşmektedir. İnsan dağa, taşa, kuşa vb. birçok varlığa dönüşmektedir. Dağ da bu dönüşümde özel bir yere sahiptir. Halk düşüncesini, anlattığı efsanelerini dağın yapısına, yetişen bitkilerine bakarak, kahraman şahısla birleştirmektedirler (Alptekin, 2012: 177). Bu bilgiler ile ilgili olarak Sarı Saltık ile ilgili Arnavutluk-Kruja’da şu olay anlatılmaktadır: 

    “Sarı Saltık’ın ayak bastığı yerler, “Kutsal İzler” olarak da adlandırılır. Krujalı Hüsen Y. Kavaçi bana şu yazıyı iletme fırsatı oldu: ‘Sarı Saltık Baba dervişin aşırı sıcaklıktan ötürü teri yere dökülmüştü, orada ‘Aziz Leş’ denen bir çiçek açtı. Çok güzel kokusu olan bu çiçek, Nevruz’dan iki hafta öncesinde açmaya başlar. İlginçtir ki ‘Aziz Leş’ denen bu çiçeği Krujalılar her ne kadar kendi bahçesinde yetiştirmek için alsalar da Sarı Saltık Makamı hariç hiçbir yerde açmıyor.” (Harapi, 1993: 2) 

    Burada bahsedildiği üzere dağın sahibi olarak bilinen Sarı Saltık’ın dağın diğer unsurlarıyla da anılması söz konusudur. Dağ, kahraman ile bilinerek ve kutsallaşarak kült haline gelmiştir. Dağın kült ve inanış haline gelmesinde bölgede bulunan halkın inanışlarını, ritüellerini yaşatmaya devam etmeleri ve bunları unutmamaları önemlidir. Halkın Sarı Saltık’ı unutmadıklarını gösteren bir başka delil ise; Sarı Saltık’ın Arnavutluk-Kruja’da bulunan heykelidir. Hazırladığımız doktora çalışması kapsamında Sarı Saltık’ın Balkanlar’da gezilen yedi ülkedeki makamları arasında sadece Arnavutluk-Kruja’da heykeli bulunmaktadır. Sarı Saltık’ın heykeli dağa yapılmıştır. Bu heykelin önünde Sarı Saltık için halk kurban kesmektedir.  

    Bahaeddin Ögel Türk Mitolojisi adlı çalışmasının “Türk Düşüncesinde ve Geleneğinde Dağlar” başlığı içerisinde dağların ibadet yeri olarak kullanılmasından ve Kutadgu Bilig’de bunun üzerinde durulduğundan bahseder (Ögel, 1995: 426). Kutadgu Bilig’de: “Velîkin ewürdi bu dünyâda yüz- Turup tağka kirdi köňül kıldı tüz”  (K.B.3147)  geçmektedir (Kaçalin, 2008: 167). 

    Kutadgu Bilig’de bu içeriğe benzer birden fazla beyit yer almaktadır. Özellikle bir insanın kahraman, yiğit vasfını alabilmesi için dağlara çekilerek kendisini dinlemesi gerektiği aktarılmaktadır.  

    Ögel; “Mezarlar, türbeler, dağlar ve dağ evliyaları” başlığında: “Hun çağında ve daha sonraları, hakanlar ile büyük prenslerin mezarlarının, büyük dağlar üzerinde bulunduğuna dair, bazı bilgiler bize kadar gelmektedir. Hazar Baba, Elazığ’daki gölcüğün yanında, yükselen yüce bir dağın adıdır. Anadolu’da da, evliya ve ermişlerin adlarını taşıyan, pek çok yüce dağ vardır. Bu inanış, Orta Asya ve Altay çevresindeki Türklerde yaygındır.” (Ögel, 1995: 437-438) 23 

    Hikmet Tanyu Dinler Tarihi Araştırmaları adlı çalışmasında, dağ ile ilgili geniş bilgilere yer vermiştir. Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyetteki dağ kültünü ayrıntılı şekilde açıklamaktadır. Arnavutluk-Kruja’da Sarı Saltık Makamının yer aldığı dağ Sarı Saltık Dağı olarak anılmaktadır. Bu makama ve dağa Hristiyan, Müslüman farklı milletler ve dinler ziyarete gelmektedirler. İslamiyet’te dağlara yüklenilen anlamı Hristiyanlık’da da görmekteyiz. Kutsal Kitaplarda aktarılan dağ isimleri bulunmaktadır. Bu dağlarla birlikte halkın yaşadığı önemli olaylar da geçmektedir. Özellikle dağlar peygamberler için vahiy, evliyalar için irşad, halvet yerleri olması açısından değerlendirilmektedir (Tanyu, 1973: 9-15).24    

    Dağların, tepelerin mutasavvıfların her daim uğrak yeri olarak seçtikleri mekanlar olması tasavvuf içerisinde de işlenmiştir. Nakşi, Kadiri, Halveti, Mevlevi, Bektaşi ve diğer tarikatlerde sessiz, ıssız mekanlar insanın seyr-i sülûk sürecinde bulunması gereken yerlerdir. Dağ, tepe gibi yerler bu yüzden tercih edilir. Bu tarikatlerde dağ, tepe alanlarında yaşanan, aktarılan menkabeler fazladır. Yaşanılan olaylar vasıtasıyla o olayın yaşanıldığı dağ, tepe kutsallık kazanır ve tarih içerisinde kült halinde ritüellerle yaşatılır. Bu düşüncemizi Arnavutluk-Kruja’daki Bektaşilerin anlattıkları Bektaşî menkabelerindeki örneklerle destekleyebiliriz. Ayrıca Hacı Bektaş-ı Veli Menakıpnamesi’nde aktarılan bazı menkabelerdeki olayların dağlar da geçtiğine dikkat edilebilir. Hacı Bektaş-ı Veli ile Sarı Saltık’ın karşılaştıklarını aktaran menkabenin yeri Arafat Dağı’dır. Vilâyetnâme’de Hırkadağı Menkabesi de dağların kullanımı ile ilgili başka bir örnektir (Gölpınarlı, 1995: 36-44). 

    Buna ek olarak; Hacı Bektaş-ı Veli’nin inziva yeri olduğu bildirilen Arafat Dağı’nın eskiden beri birtakım ziyaret ve adaklara, dualara sahne olduğu bilinmektedir (Ocak, 2005: 114-118). 25 

    Bu bilgiler dahilinde Sarı Saltık’ın adının dağa verilmesi, dağın ve çevresindeki diğer unsurların Sarı Saltık adıyla anılması halkın Sarı Saltık’a yükledikleri değerin, inancın bir sonucudur.  

    “Bu inançtan ötürü Kruja’nın yerlileri kendi efsanelerine bağlı kalırlar. Onların dayanak noktası dağın tepesindeki mağaranın varlığıdır. Bu efsaneye bu mağara ile inanırlar. Bu platonun üzerinde üç ev bulunur. Gelen hacılar için ayrılan kısım, Sarı Saltık’ın makamını korumak için sorumlu dervişler için ayrılan kısım ve gelen genel ziyaretçi için ayrılan bir kısmı barındırır. Mağaranın girişi gün batımında bu yerleşkelerin solunda kalır. İçeriye geniş bir taş merdivenden inilir ve içeride Aziz’in türbesi yer alır. Her tarafı burada ölmüş derviş mezarları ile çevrilidir. Çok soğuk ve temiz bir su yuvarlak biçimli bir taştan mağaranın bir kısmından dökülmektedir. Bu taş karpuza benzer. Bu taş üzerinde çakılmış bir bıçak şekli vardır. Türbenin arkasında yarım metre genişliğinde bir çatlak vardır. Uzun ve derindir. Sonuç olarak dağın en yüksek yerinde en eski kilise kalıntıları bulunmaktadır. Bu tasvirden anlaşılıyor ki, sahneleme harikadır. Genel inanış bu araçlardan dolayı şüphesizdir. Yaşanan her olayın aslı, araçları vardır. Kruja da yaşayan yerlilerin Bektaşi olanları senede bir defa mutlaka mağarayı ziyaret etmek zorundadırlar. Oraya öğleden sonra çıkarlar ve geceyi orada geçirirler. Hayat suyu orada hiç eksilmez. Silah atışları doğan günü selamlar. Misafirler dağda yirmi dört saat kalırlar. Çarşamba günü  sadece kadınlara ayrılmıştır.” (Degrand, 1901: 242-243)26 

    Degrand’ın yukarıda Sarı Saltık’ın makamı ile ilgili aktardıkları günümüze kadar muhafaza edilerek gelmiştir. Ancak yapılan son çalışmalarda ziyaretgah yerinin bölümü dörde çıkarılmıştır. Dördüncü bölüm Bektaşi din adamları için ayrılmıştır (Lala, 2015: 227). Sarı Saltık için yer alan kabir, dağın giriş tarafında gri mermer ile kapalı bir boşluk kısımdadır. Buraya merdivenlerle inilir. Merdivenlerle inilen kısmın sonunda Sarı Saltık için gelen insanların mum ya da fitil yaktıkları küçük bir oda gibi yer vardır. Buradan aşağı inildiği zaman beş mezar daha yer alır.27 Bu mezarlar yıllarca Sarı Saltık’ın bulunduğu bu makama hizmet etmiş muhiblerdir. Muhib Bektaşiler’de yer alan bir kavramdır. Muhib olmak için belirli manevi makamlardan geçmek gerekir ve bunun için de zaman gerekir. Yerine getirilmesi gereken kriterler getirildikten sonra gizli bir yemin veren kişi muhib kabul edilebilir.28 

    W.F.Hasluck Bektaşî Tetkikleri adlı kitabında: “Sarı Saltık ve ejder hikayesinin yeri Kroja gösterilmektedir. Kahramanın adının katılması da şüphesiz, Arnavutluk’un bu kısmında bilhassa etkili olan Bektaşî tarikatına yakıştırılmalıdır. Kroja’da ejder gündüzleri bir mağarada, geceleri kilisede yaşıyordu. Müslüman kahramanı tarafından prenses kurtarılmış ve ejder “ehl-i sünnet” usûlünce öldürülmüş, sonra kahraman da mağarayı mesken tutmuş, sonunda memleket halkının kendi hayatına kast etmek üzere fesat kurdukları haberini alıncaya kadar mağarada kalmıştır. Bu sözü işitince üç geniş adımda uzaklaşmıştır ki bunlardan her birinden bir ayak izi kalmıştır. Bu menzillerin her birinde, vefat ettiği yer olan Korfu’ya kadar birer tekke yapılmıştır.” Çalışmanın devamında Hasluck Degrand’ın aktardığı olaydan bahsetmektedir  (Hasluck, 2000: 96). 29 

    Arnavutluk-Kruja’daki Sarı Saltık’ın ayak izi, Sarı Saltık’ın dağda bulunan Makamı’na giderken yol üzerinde Makam’a yaklaşık olarak yarım saat uzaklıkta bir tepededir. Degrand ve Hasluck’un bahsettikleri üzere Sarı Saltık ejderha olayından sonra yaşadığı Kruja Dağ’ında rahatsız edilince gitmeye karar verir. Kruja’daki dağdan Kruja’nın merkezine doğru inerken ayağını günümüzde küçük bir ibadethanenin bulunduğu tepedeki yere basar. Bu ayak izi günümüze kadar muhafaza edilerek gelmiştir. Ayak izinin etrafı kapatılarak ziyaretgah yeri olarak kullanılmaktadır.30 Ziyaretçiler, Kruja Dağı’ndaki Sarı Saltık Kabrine ziyaretten önce Sarı Saltık’ın ayağını bastığı bu yere ziyarete gelirler. Buradaki ziyaretlerinden sonra dağa çıkarlar. Çalışmamızın “İnanış ve Ritüeller” kısmında burada yapılan uygulamalara örnekler verilmiştir.   

    Sarı Saltık’ın Maka ve Ziyaretgâhı’nda Gelişen İnançRitüeller 

    Arnavutluk-Kruja’daki Sarı Saltık’ın Makamı ve Ayak İzinde yaptığımız halkbilimi alan çalışmasında halk inanışlarının ortamlar üzerinde ritüeller ile desteklendiğini,  iki kavramın bir bütün olarak değerlendirildiğini gözlemledik. İnanç ve ritüel kavramları halkbilimi alan çalışmalarında bütün olarak ortaya çıkan zengin içerikteki kavramlardır. Bu kavramlar  yapılan çalışmalarda görüldüğü üzere birbiri ile değerlendirilen, yorumlanan kavramlardır.   

    İnanç; 1. Allah’a, bir dine veya insanüstü bir güce inanma, iman. 2. Bir düşünceye bağlı bulunma. 3. Görüş, kanaat (Ayverdi, 2011: 1422) şeklinde açıklanmaktadır. Ritüel ise; Bir din veya inanç sitemine ait ibadet, ayin, merasimler ve bu esnada uyulması gereken usul ve kurallardır (Ayverdi, 2011: 2624). 

    Ritüel inanılan olgunun işlenmiş, uygulamaya geçilmiş şeklidir. İnsanoğlu herhangi bir olguya inandığı zaman,  inandığı olgunun gerekliliği olarak uygulama yapmak durumunda kalır. İnancın gerekliliği olan uygulama yapma, ritüelleri doğurmaktadır.   

    “Ne zaman kendinizi sıkıntıda hissederseniz, iyi mekânlara, türbelere, evliyalara gidin. O gidilen türbedekiler sizin sıkıntılarınızı bilirler. Bu yüzden insanlar makamdaki taşları öperler, farklı inanışlar uygularlar. Bu uygulamalarla kalplerini rahatlatırlar. Aslında insan fark etse, kutsal kendisidir, içinde olandır. İnsan bu yüceliği fark ettiği zaman kalbini de büyütür.”31 

    Boratav, ‘100 Soruda Türk Folkloru’ adlı kitabında inanç kavramını halkbiliminde kazandığı anlam açısından değerlendirmektedir. “Halkbilimi, belli bir toplumun eski dinlerinden miras alıp kendi çağının şartlarına uygulayarak  yaşattığı yeni dininde, yaşam şartlarının gerektirdiğince yeni biçimler, yeni içerikler ve anlatışlarla oluşturduğu inanışlarla ilgilenir.” (Boratav, 2013: 13)  

    Boratav çalışmanın devamında inancın ve inanca bağlı olarak gelişen ritüellerin yani uygulamaların halk edebiyatı ürünleriyle belgelendiğini, halk inanışlarının töreler, törenler niteliğindeki işlemlerle biçimlendiğini ifade eder (Boratav, 2013: 14-15). Bu çalışmamızda görüldüğü gibi, Sarı Saltık’ın Makamı’nda gerçekleştirilen uygulamaların kaynağı efsaneye, menkabeye inanmadır. Halk Sarı Saltık için “Vazifeli Derviş, Asker, Sahib-i Karadat (keramet sahibi)” demektedir.32 Bu ifadelerin söylenme sebebi Sarı Saltık ile ilgili aktarılan menkabe ve efsanelerde Sarı Saltık’ın göstermiş olduğu kahramanlık ve cesarettir. Halk arasında anlatılagelen menkabe, efsane, memorat gibi kavramlar halkın inanma ve inandığı olgulara karşı gerekli uygulama bilincini arttırmaktadır.  

    Kruja’da Sarı Saltık Makamı’nda önceki yıllarda yapılan inanca bağlı ritüellere yenileri  eklenerek inancın devamlılığı sağlanılmıştır. Ayrıca Kruja halkı özellikle ağustos-eylül ayı arasında dağa çıkmaktadırlar. Ağustos ayından itibaren “Sarı Saltık’ı Anma Günleri” başlamaktadır. Ağustos ayında anma günlerinin başlamasının sebebi, Sarı Saltık’ın dağdan ayrıldığı ayın menkabelere göre ağustos ayı olmasıdır.33 Bu aylar dışında ziyaretler devam etmektedir. Halk atalarından duyduklarına göre; Sarı Saltık’ın makamının yani dağın, iyiliklerin, huzurun birleştiği, buluştuğu bir yer olmasından dolayı dağa gidip dua ettiklerini ifade etmektedir.34  

    Arnavutluk-Kruja’da Anılan Sarı Saltık ve Bilinen Kerametleribaşlığının içeriğinde yer alan Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde Sarı Saltık’ı Anma Günleri ile ilgili aktarılan bilgiler bizi XVII. yy.’a götürmektedir. Bu törenlerin XVII yy.’da Sarı Saltık için yapılmaya devam edildiği anlaşılmaktadır.  

    Michael Kiel, Sarı Saltık’ı Anma Günleri’ne bağlı olarak yapılan ziyaretlerin 1967’ye kadar, her yıllık 22 Ağustosta gerçekleştirildiğini ifade etmektedir (Kiel, 2000: 37).   

    Sarı Saltık için yapılan uygulamalar ülkede uygulanan rejimlere bağlı olarak 1970’li yıllarda seyrekleşmiştir. “ Eskiden ağustos-eylül tarihleri için türbeye gelen halk öğleden sonra üst taraftaki kayalıklara çıkıp eğlenerek geceyi geçirir ve güneşin doğuşunu silah atarak karşılarlar imiş. Komünizm ile Sarı Saltık’ın Makamı’na ziyaret yasaklanmıştır, ancak buna rağmen insanların ömürlerinde en azından bir kere gitmeleri gerekliliği inancına devam edilerek ziyaretlerin devamlılığı sağlanılmıştır. Mondi Dedebaba bu dönemde kutsal yerleri ancak birkaç kişi olarak ziyaret edebildiklerini söylemektedir. Şüphesiz güneşin silahla karşılanması günümüzdeki Sarı Saltık Günleri’nde tamamen ortadan kalkmıştır. Komünist sistemden sonra Bektâşî Dünya Merkezi türbeyi restore ederek yeniden faaliyete açmıştır.” (Bartl, 1998: 184)35 

    Komünizm rejiminden sonra insanlar ziyaretlerini istedikleri şekilde gerçekleştirmektedirler.  

    Günümüzde halkın Sarı Saltık’ı Anma Günleri ile ilgili yaptıkları uygulamalar ise şu şekildedir: 

    “14 Ağustos-14 Eylül arası her yıl “Sarı Saltık Günleri’’olarak burada kutlanılmaktadır. Bu zaman aralığında insanlar dağa çıkıp kurban kesmektedirler.  

    Dağa, Sarı Saltık’ın yaşadığına inanılan mekana özellikle gelenler ve getirilenler: 

    1-Yeni doğan bebekler,  

    2-Normal hastalığa sahip olan ya da ruh hastalıklarına, sıkıntılara sahip olanlar, 

    3-Hasta olmamak ve sıkıntıya maruz kalmamak için her yaşta insan. 

    Kurban edilen hayvanın başı makam denilen heykelin orada bırakılıp, hayvanın vücudu yoksullara dağıtılmaktadır. Kurban kafasını bırakmalarının sebebi: “Biz geldik, buradayız. Yaptığımız hayır bilinsin.”diyedir. Makamda da kurban başı vardır. Bunun özel bir sebebi yoktur.  

    İnsanlar dağın içerisinde yer alan sudan bir şişe doldururlar. Bu suyun kutsal olduğuna inanırlar. Sarı Saltık’ın elinin değdiğine inanıldığı için kutsaldır. Dertlere, hastalıklara iyi geldiği halk arasında bilinir. Bu dağa Sarı Saltık’ın makamını ziyaret etmeye gelen kişiler genellikle şu ritüelleri yaparlar: 

    1-Kurban 

    2-Dağı gezme, ziyaret etme 

    3- Dilek, Hacet Namazı ve dua. 

    4-Kutsal sudan içme ve sudan yanına alma. 

                5-Mum yakma.  (Mum yakma geleneğini çoğu Arnavut Müslümanlar yapmaktadır. Dışarıdan gelen insanlardan yakmayan olmaktadır.)  

    Halk buraya doğa güzelliğinden ve Sarı Saltık’ın Makam’ına ziyaret için gelmektedir. Çok ülkeden gelen vardır. Farklı milletlerden ve dinlerden özellikle Hristiyanlardan gelen çoktur. Onlar da ziyaret edip Sarı Saltık’ın kutsiyetine inanmaktadırlar. Onlar da kurban kesip, mum yakmaktadırlar. Buraya yakın bir kilise de var. Müslümanlar da orayı ziyaret etmektedirler.  

    Mum yakma ile ilgili olarak Saltıkname’de, Sarı Saltık Rahiplerin gündüz Mesih Mumu yaktıklarını gördüğü zaman: “Ben de bir mum yakayım. Muhammed mumu olsun, ta kıyamete kadar yansın. Gece-gündüz hiç sönmesin. Nice gazilerin canı, O’na pervane olsun. Yalnız siz ihmal edip yağını eksik bırakmayın. Fitile gerek olmasın. Bu diyara, Sünni ve adil padişahlar hükmetsin. Bu onların devletinin mumudur. Bu yandıkça onlar mutlu olsunlar,” dedi (Demir-Erdem, 2013: 279).  Sarı Saltık’ın makamlarında mum yakma geleneğinin buraya dayandırılması mümkün olabilir.  

    Bektaşiler dağda meydan zikri yapıyorlar. Bu zikir Bektaşi usulüne göre yapılmaktadır. Ben burada sorumluyum ama zikri diğer babalar yaptırıyor. Ayrıca insanların çoğu Sarı Saltuk’un hayatını bilmeden geliyor. Sarı Saltık’ı efsanelerde ve rivayetlerde kutsal gördükleri ve duydukları için ziyarete gelmektedirler. Ayrıca burası “Bektaşilerin Kutsal Yeri” olarak da bilinmektedir.36     

    Bu aktarılanlarda halk Sarı Saltık’ı ziyaret ederken mum yakma ritüelini sık şekilde gerçekleştirmektedir. Bunun sebebini Bektaşiler şöyle açıklamaktadır: 

    “Bektaşiler Kruja’da güneş batımında Sarı Saltık’ın ruhu için bir mum yakarlar. Her gün buraya  Bektaşi Merkezi’nden güneş batımına doğru mum yakmaya gelirler. Bektaşiler gündüz çalışırlar, akşam dualarını yaparlar. Gün batımında semada nur artar, bu yüzden mum yakarlar. Mum yandıkça, bakileşir ve mum yakanlar da mum gibi baki olurlar. Mum eridikçe etrafı aydınlatır ama kendisi erir ve biter. Dervişler de böyledir. Kendilerinden geçtikçe, Allah onlara tecelli eder. Kalp gözleri açılır.”37  

    Ayrıca 24 Ağustos’ta çoğu Hristiyanların, Bektaşilerin, Sarı Saltık için yukarı dağa çıktığı aktarılır. Dağda organizelerin yapıldığı, insanların içlerinden dua ederek mum yaktıkları görülür. Ortalık bu şekilde yapılan mumlarla dolmaktadır. Ama bazı kişiler, genellikle mum yerine fitil alıp kandil yaktıklarını söylemektedirler. Bunu yapma sebeplerinin ise; mumun hızla erimesi ve  kandilin daha kalıcı şekilde varlığını sürdürmesidir.  Ayrıca kandilin Müslümanları muma göre daha çok temsil etmesidir. Bu şekilde yapan insanlar özellikle Sarı Saltık’ın makamında yakacakları kandili ya da kandili yakacak zeytinyağını kendi evlerinden çıkarmaya dikkat etmektedirler. Bunun sebebi, evlerine bereket, huzur gelmesi içindir.38 

    Kabirde ya da makamda yakılan mumun özelliği ile ilgili Evliya Çelebi Seyahatnamesi “Sarı Saltık Baba Sultan Ziyaret Yerinin Özellikleri” başlığında: “Temiz ırktan (Peygamber soyu) olup Hacı Bektaş-ı Veli izniyle ilk defa Rumeli’ye ayak basan Saltık Bay Muhammed Buhari oldukları yukarıda Babadağı şehri özelliklerinde ayrıntılarıyla yazılıdır. Ama bu mahalde gömülü olmasının sebebi yine kendilerinin vasiyeti ile yedinci tabutu Edirne sahibi İdriv Ban bu mahalde Yanko tapınağı içine defn etmesidir. 400 seneden beri bütün milletlerin ziyaret yeridir. Ve o zamandan beri nurlu kabri üzerinde bir an bile yanan çerağı sönmemiştir. Bir kaç kere Yahudi taifesi giyecek değiştirip yanan çerağını söndürmek istemişlerdir. Ancak “püf dediği dem nefesi tutulmuş, tam son nefesini vereceği zaman parmak kaldırıp İslam ile şereflenmişlerdir. Bunlardan biri IV. Murad Han zamanında türbedar idi, diye tanıklık ettiler. Hala o kandili mübarek başları tarafında hizmetçileri [170b] yağ koyup yakarlar ki, Baba’nın türbesini aydınlatır. Nice kere koyun yağı koymayı unuturlar, ancak nice günler yine çerağı yanar. Büyük bir tapınak türbede gömülüdür. Gerçi Bektaşi Tekkesi’dir ama evkafı zayıf olduğundan dervişleri azdır ama adakları çok gelir.” (Evliya Çelebi, 2008a:  1/627). 

    Mum yakma geleneği; Sarı Saltık’ın Babadağ Romanya’daki Makamı’nda günümüzde eskisi kadar kuvvetli olmasa da devam etmektedir. Türbedarlar halkı mum yakmamaları için uyardıklarını ancak halkın bu uyarıları dinlemeyerek mumları yaktıklarını ifade etmektedirler. Eskiye nazaran bu geleneğin azaldığı görülmektedir.   

    Sarı Saltık Anma Günleri dışında halkın Sarı Saltık’ın yaşadığı makamı ziyaret ettiği zaman makamın yer aldığı dağın iç kısmındaki yere eşyalarını bıraktıkları ifade edlmektedir. Eşyalarını bırakan kişiler, bırakılan eşyaları biraz beklettikten sonra almaktadırlar. Kıyafetleri bırakmaktaki amaçlarının, bırakılan kıyafetleri giyecek şahısların bu kıyafetler vasıtasıyla huzur, mutluluk bulmalarıdır. Bunun dışında halk; Sarı Saltık’ı ziyaret ederken iyiliklere, güzelliklere bu makamın vesilesiyle nail olmak için, gündelik hayat için dualar etmektedir. Küçük bebekleri, çocukları ruhları küçüklükten huzur, ferah bulsun diye bu makama getirmektedir.39 

    Bektaşiler yaptıkları faaliyetlere ritüel yerine mistik olaylar demektedirler. Farklı, mistik yaptığımız faaliyetler vardır. Bunların birçoğu Bektaşilere hastır. Bektaşi olmayan insanlar bilemez. Özel Sarı Saltık Tepesi için yazılan şarkılar bile vardır. Yapılan ayinlerde şarkılar da söylenir. Ayinlerde deveden yapılmış kıyafetler de giyerler. Eski zamanlarda, 25 Ağustos’ta kadınlar-erkekler dağa çıkıp halka yapıp oturarak Sarı Saltık için şarkılar söylerler, güzel kokulu çiçekleri güneşe doğru atarlarmış. Sarı Saltık için söylenilen eskilerde gazeller varmış.40  

    Sarı Saltık için söylenilen örnek bir gazel için şu bilgi yer almaktadır: “Sarı Saltuk Dede Bektaşi nazım türlerinde az zikredilen bir kişidir. 1852’de ölmüş Kruja’daki tekkenin yanında defnedilmiş olan Arnavut Bektaşi şairi Abdullah Melçani ondan bahseder. ‘Do  behem derviş me aba-Aba İle Derviş Olacağım’ kasidesinden bir parça aşağıdadır.” 

    Do bohem derviş me Aba                Aba ile derviş olacağım 

    Shipirtim tžim do tža bej xhaba       Boşa ruhu kuracağım          

    Per tyn Sari Salltek Baba                 Din için Sarı Saltuk Baba        

    Te them medhrin   tžende, ya shah  Senin ihtişamını anlatmak için ey Şah!  

    Te Them bukrin tžende, ja nur!       Senin güzelliğini anlatmak için ey Nur! (Mićijević, 2004: 103) 

    Bu gazeller ile ilgili  Arnavutluk Bektaşiliği üzerine doktora çalışması hazırlayan Avni Lala Bey: “Bektaşi Dergilerinde ve Sarı Saltuk ile ilgili Arnavutça iki tane kitapta gazellere ve şarkılara rastladığını ancak bu kutlamalarda Sarı Saltık ile ilgili söylenilen Arnavutça gazellerin Türkçe yazılan çizilen şeylerden farklı olmadığını, Sarı Saltık’ı Anma Günleri’nde bilinen manada Sarı Saltuğu öven ve yücelten gazeller ve şarkılar söylendiğini” ifade etmektedir.41 

    Halk Sarı Saltık’ın Makamı’nı İslam Dini’nde yer alan önemli günler içerisinde ziyaret etmeye dikkat etmektedir. Alan çalışmasında bunun ile ilgili görüşülen bir kişi şunları aktarmaktadır: “Benim akrabalarım Aşure Günü’nde Sarı Saltık’ın dağdaki ve Kruja’nın girişindeki ayak izinin olduğu makama ziyarete giderler. Aşure Günü önemli bir gündür. Halk arasında duaların kabul olunduğu önemli, kutsal bir gündür. Bu kutsal günü kutsal bir mekâna giderek değerlendirmek gerekliliğine inanırlar. Kruja halkı kutsal gün ve gecelere önem verir ve bu konulara sahip çıkar.42 Önemli günlerden olarak görülen yılbaşı günü halk Sarı Saltık’ı ziyarete gitmektedir. Yılbaşı günü ziyarete gitmelerinin sebebini, hayırlı bir yıl geçirme isteğinden ötürü diye ifade etmektedirler. 43 

    Dünyanın birçok yerinde yer alan türbeleri, makamları ziyaret eden insanların ziyaret ettikleri mekanları ziyaret etme amaçları vardır. Örneğin Romanya-Babadağı’nda dağın başında mezarı bulunan Koyun Baba’ya; evlenmek isteyenler, huzur bulmak isteyenler, şifa bulmak isteyenler vb. gibi isteklerden ötürü çıkmaktadırlar. Dağa çıkan insanlar Koyun Baba’nın mezarı etrafında bulunan ağaçlara dilekleri için bez, çaput, kıyafet bağlamaktadırlar. Koyun Baba’nın kabrinde yapılan başka bir ritüel de; ilk defa Koyun Baba’nın mezarına ziyarete giden bir kişi mezarın etrafından bir taş alır. Bu taşın alınmasındaki niyet, Koyun Baba’nın mezarını ikinci ve üçüncü sefer ziyarete gidebilmek içindir.44  

    Bu olayı, Sarı Saltık’ın Kruja’daki Makamı’nda yer alan dağın duvarlarını kazıyarak ortaya çıkan sıvayı saklayıp, hastalandıkları zaman suyun içine karıştırarak içmeleri şeklinde görebilmekteyiz.45 

    Sarı Saltık Makamı’nı ziyaret eden insanların genel olarak Makam ile ilgili gerçekleştirdikleri inanış ve ritüeller: 

    1-Halk tarafından kutsal kabul edilen hastalıklara şifalı su olarak bilinen sudan içme, hastalıklarına sürme, (Müslüman olmayanlar da bunu yapmaktadırlar) 

    2-Evlenmeden önce ve evlendikten sonra Makam’a ziyaret ve dua etme, 

    3-Hamile kalamayan bayanlar yedi gün boyunca Makam’a ziyarete gitme, 

    4-Bektaşi mekanında zikir geleneği, 

    5- Türbede bağış yapma, dua etme, dua isteme,istiare namazı kılma, ya da başkasına kendi dileği için Hacet Namazı kıldırtma, 

    6-Sarı Saltık’ın ruhuna kurban kesip, bağışlama 

    7-Eşya bırakma, bekletme, 

    8- Mum yakma, Bektaşiler tarafından özellikle güneş batımında mum yakma, (Mum yakma geleneğini çoğu Arnavut Müslüman yapmaktadır. Dışarıdan gelen insanlardan yakmayan olmaktadır) 

    9- Kandil yakma-kandil için zeytinyağını evden çıkarma, 

    10- Sarı Saltık için gazeller şarkılar okuma, 

    Dağa, Sarı Saltık’ın yaşadığına inanılan mekana özellikle gelenler ve getirilenler: 

    1-Yeni doğan bebekler,  

    2-Normal hastalığa sahip olan ya da ruh hastalıklarına, sıkıntılara sahip olanlar, 

    3-Hasta olmamak ve sıkıntıya maruz kalmamak için her yaşta insan. 

    Bu olaylara örnek olarak aktarılan bazı inanış ve ritüeller şunlardır: 

    “Sarı Saltık’ın Korfu Adası’ndan geldiğini duydum. Sarı Saltık geldiğinde bu bölgede su yokmuş ve salgın hastalık varmış. Sarı Saltık hem suyu hem de salgın hastalığı halletmiştir. Dağda pınardan akan su buna örnektir. Değnekle vurduğu yerden su fışkırmıştır. Günümüzde de insanlar o suyu hastalıkları için içiriyorlar, hasta olan kısımlarına sürüyorlar. Sağlıklı olmak için de içiyorlar.46 

    “On yıl önce biz yaşadık bu olayı. Sarı Saltık’ın makamını ziyaretteydik. Bir kız getirdiler. Ağlıyor, baygın gibi. Kız çok kötüydü, hastaydı. Kızı içeri makama soktular. Biz hepimiz geri çekildik ve beklemeye başladık. Yarım saat kızı içeride tuttular. Biz de kız için dua ettik. Kız dışarı çıktığında gayet normaldi. Geldiği gibi değildi. Hatta gülüyordu. Benim de oğlumun depresyonu vardı. Kruja’nın merkezinden dağa kadar yalın ayak, dua ederek çıktı. Mesafe bayağı uzun ki, arabayla ancak çıkılmaktadır. İki günde bir dağa çıktı. Şimdi daha iyi. Kruja’da insanlar Sarı Saltık’a, türbelere çok inanıyorlar. Ağustos ayında hep Sarı Saltık’a gidiyorlar. Sarı Saltık’ın mezarının burada olduğuna inananlar da vardır.’’ 47 

    “Sakat, topal kişileri Sarı Saltık’ın makamına götürüyorlar. Bu götürülen kişilerin sonradan iyileştiklerini duyuyoruz. Kızım da sınava gitmeden önce ziyaretini yapıp, sınava öyle gitti. Bu şekilde sınavına huzurlu girmiştir. ”48 

    Aktarılan bu inanış ve inanışa bağlı ritüeller halk tarafından veli olarak bilinen kişilerin makam, türbe gibi kutsaliyet arz ettikleri yerlerde sıkça görülmektedir. Gılles Veinsteın’in yaptığı çalışmada; Kosova’daki Djakovica kentinde bulunan Sadiye tekkelerinden biri olan ‘Tebdil Tekkesi’nde’ menteşeler ile kapıya benzeyen bir tarafı kaldırılan bir sanduka gördüğünü ve özellikle ruh hsatalığına sahip kişilerin bu sandukaya doğrudan uzanarak geceyi sandukanın içerisinde geçirebildiğini (Veinstein, 2011: 128) aktarmaktadır. Bu örneğin benzerlerine Sarı Saltık’ın Kruya’daki makamında da rastlamaktayız. Halkın her kesiminden insan gittiği türbedeki ya da makamdaki şahısa dua ederek, yardımlarda bulunarak ondan kendisi ve ailesi için beklentiye girmektedir.  

    “Bir oğlan Sarı Saltık’ın dağdaki yaşadığı yerde bulunan çeşmenin aktığı yere geldi. Biz şöyle inanıyoruz: Suyun aktığı yer, Sarı Saltık’ın elini koyduğu yerdir. Bu gelen çocuk aklını kaybetmiş. O sudan içmeye başlamış. Zamanla çocuğun aklı yerine gelmeye başlamış. Soru sormaya başlamış. “Ben neredeyim? falan diye.” Unuttuklarını hatırlamaya başlamış. Su yaz, kış akar, kesilmez. 1300’lü yıldan beri su akar. Biz eskilerden öyle duyduk. Bu su kutsaldır. Bu yüzden sudan alır, evlerimize götürür, içeriz.”49 

    Kruja’daki Makam’da yaşanıldığı gibi farklı türbe ve makamlarda da buna benzer olaylar yaşanılmaktadır. Veinstein’in aktardığı bir diğer adet buna örnektir. Evliyanın mezarına kapla su getiren halk, gece boyunca evliyanın mezarı üzerine bırakılan kaptaki suyu hastasına içirir. Aynı şekilde hastanın atleti veya başka bir kıyafeti bir gece boyunca mezarın üzerine bırakılır ve sonra hastaya giydirilir (Veinstein, 2011: 128). 

    Yukarıda yaşanılan olayda görüldüğü üzere, suyun halk tarafından kutsal olduğuna inanılması sonucu hasta çocuğa içirilmesi ve sonucunda şifa beklentisine girilmesi gözlemlenir. Hasta olan kişinin atlet bırakması olayı Sarı Saltık’ın Kruja’daki Makamı’nda da görülen bir ritüeldir.   

    Sarı Saltık’ın ayak izinin bulunduğu ziyaretgâh için de birçok inanış ve ritüel söz konusudur. Ziyaret yerinin görevlisi bu mekan ile ilgili şunları söylemektedir:  

    “İki yıldır buranın türbedarıyım. Bu vazife bana dedemden kaldı. Sarı Saltık gibi dervişlere inanıyorum. Biz çok zengin bir aileydik. Babamın bir gün eli kesildi. Çok acı çekti. Yakında olan bir derviş geldi ve babamın eli için kurban kestirdi, dua etti. Babam iyi oldu. Ben bunu yaşadım. Bu dervişlerin iyiliklerini unutamayız. Deniz üzerinden gelmişler, nice fetihler yapmışlardır. Bizim hükümetle aramızda çok kavgalar oldu. Diyorlar ki: “Tekkeler, makamlar olmasın. Sadece camiler olsun, halk için yeterlidir.” Komünizm işte. Yıkıp, kül etti, her şeyi. Biz insanlar biriz. Neden böyle oluyor. Çok üzülüyorum. Kruja çok huzurlu, inançlı bir şehirdir. Ben babamdan bu vazifeyi öğrendim. Önceden rejimden dolayı bu kutsal mekânlar hep kapalıydı. İnsanlar dinlerini yaşayamadan göçtüler. Birçok dini meseleyi sonradan, yeni öğreniyoruz. Ağlayanlar buraya geldikleri zaman susuyorlar ve huzura eriyorlar. Bu makama gelen insanların yaptıkları bazı inanışlar ve ritüeller vardır. Gelen insanlardan bazıları şunları okur:  

    1-Besmele   

    2-Lâilâhe İllâllâh Muhammedür-Resûlullâh  

    3-Üç kere Allahû Ekber 

    Bunları dedikten sonra yere kapanıp, ayak izini öperler. Çok uzun durmazlar. Uzun Kur’an okuyan pek yoktur. Kalplerinde ne istekleri varsa, dua ederler. Devamında ise, mum yakarlar. Sadaka niyetli para veren de çok olmaktadır.50  

     “Eski zamandan duyduğumuza göre Sarı Saltık; dağın tepesinden aşağıya doğru, yani düzlüğe basarak inmiştir. Basarak indiği için bastığı yerlerde ayak izleri oluşmuştur. Bu ayak izleri insanlar tarafından kutsal bilinmektedir. Kruja’nın girişinde Sarı Saltık’ın makamındaki ayak izi de bunlardan birisidir. Dağın yamacından inerken duyduğumuza göre, görülmez ara yerde de ayak izi vardır. Bu Kruja’nın girişindeki ayak izinin bulunduğu makama özellikle felçli kişileri, ruhsal hastalıklı kişileri götürüyorlar. Ziyaretten sonra, tedavi bulanları duyuyoruz. Makama yeni evlenenler de huzurlu bir evlilikleri olsun diye, gidiyorlar. Bu makamı ve ayak izini görmeye Kruja’nın köylerinden gelen insanlar vardır. Özellikle gelenler arasında Bektaşiler yer almaktadır.”51 

    Halkbilimi alan çalışması kuram ve yöntemlerine bağlı olarak performans icra teorisi ve gözlem tekniklerine göre Ziyaretgâh’ta yaptığımız çalışma sonucunda; Sarı Saltık’ın ayak izinin bulunduğu camekan kısma insanların ellerini sürüp sonrasında elleriyle yüzlerini, vücutlarını sıvazladıklarını gözlemledik. Neden bu şekilde yaptıklarını sorduğumuz zaman genel olarak halkın; Sarı Saltık’ın ayağının da kendisi gibi kutsal olması ve o kutsallığın kendilerine geçerek, korunacakları düşüncesine sahip olmalarıdır. Bunu Sarı Saltık’ın Makamı’nın bulunduğu dağdaki mekanlara da yapmaktadırlar. Sarı Saltık’ın dağdaki Makamı’ndaki odaya girerken kapıyı ve Bektaşi dedelerinin asılı olan fotoğraflarını öpme, ziyaret bitiminden sonra kapıdan çıkarken sırtlarını içeriye dönmeden çıkma ritüellerini uygulamaktadırlar. Bunları yapma sebepleri olarak da, büyüklerinin saygıdan dolayı böyle uyguladıklarını ve kendilerine de bu şekilde öğrettiklerini ifade etmektedirler. Bunlara örnek olarak: 

    “Sarı Saltık’ın ayak izini çocuğumun üzerine sürüyorum. Belalardan korunsun, huzurlu olsun diye.”52  

    “Sarı Saltık’ın ayak izinin bulunduğu yerdeki kayalık olan taş sertmiş. Sarı Saltık bastığı zaman kaya, yumuşamıştır. Bu şekilde yumuşayan kayanın üzerinde Sarı Saltık’ın ayak izi kalmıştır. Bu ayak izini bir daire içinde muhafaza ediyorlar. Günümüzde ziyarete gelen insanlar ayak izinin içine para atıyorlar. Ayak izinin bulunduğu kalıba ellerini sürüp, vücutlarına, başlarına, hasta olan yerlerine sürüyorlar. Aklınıza Sarı Saltık’ın ayak izinin neden burada kalmış olduğu gelebilir. Bu mekan dikkatinizi çektiyse Kruja’ya giderken geçilen bir yol güzergahı ve geçiş yoludur. Herkesin rahat gelebileceği bir yerdir. Dağ gibi zor bir yer değildir. Sarı Saltık buraya geldiğinde yanında iki dervişi varmış. Birlikte tepeye yani dağın bulunduğu ilk makama çıkmışlar. Sarı Saltık sonra dervişlerine: “Siz, yukarı çıkmakla sürekli uğraşmayın, ben aşağıya ayak izimi bırakayım. Siz orada kalın ve vazifeli olun. O yere halkın gelebileceği bir mekan kurun. Gelen halkı, eğitin, halka yardımcı olun. “demiştir. Bu makam sonraki zamanlarda zarar görmüştür. İran’ın, Türkiye’nin, Arabistan’ın maddi desteğiyle burası tekrardan  tamir ettirilmiştir.”53 

    Halkbilimi alan çalışmasında derlediğimiz bu bilgiler ile gündelik hayattaki inanış ve ritüellerin  halkın hayatında ne kadar önem arz ettiğini ve insanların ritüelleri uygulamak için ihtiyaç hissettiklerini gözlemlenmiştir. “Ritüel sayesinde insan, umudunu yeniler; dinginliğe kavuşur. Bir türbeye gitmek, hayallerin peşinden koşmak demektir. Türbe ve orada bulunan ağacın insanoğlunun arzularını doyuracak tüm potansiyelleri üzerinde taşıdığına inanılır.”(Karakaş, 2014: 172) 

    Arnavutluk-Kruja’da Sarı Saltık adı ile anılan her mekanda inanış ve ritüellerin yapıldığı gözlemlenilmiştir. Doktora çalışmamızda; Evliyâ Çelebi’nin Seyahatnâmesi’nde yoğun olarak bahsedilen Sarı Saltık’ın Romanya-Babadağ’daki makamına günümüzde ziyaretlerin genel olarak turistik amaçlı olduğunu ve Sarı Saltık’ın Makam’ına ziyaretlerin sık olarak gerçekleşmediğini gözlemledik. Ziyarete gelen kitle diğer şehirlerden özellikle Bektaşi-Alevi kitledir. Babadağ’ın halkı ziyarete çok gitmemektedir. Ancak Arnavutluk halkının Kruja’da Sarı Saltık’ın makamına yaptıkları ziyaretleri, bu ziyaretlerdeki inanç ve ritüellerini devam ettirmeleri Sarı Saltık’a sahip çıktıklarını, onu unutmadıklarını göstermektedir. Özellikle Sarı Saltık’a yoğun ziyarete giden kesimin Bektaşiler olması da önemlidir. 

    Sonuç 

    Halk tarafından ziyaret edilen ve kutsal kabul edilen türbe, makam, ziyaretgâh yerleri insanların inandıklarının uygulama alanlarıdır. Halkın her kesiminden insan gittiği türbedeki ya da makamdaki şahısa dua ederek, yardımlarda bulunarak ondan kendisi ve ailesi için beklentiye girmektedir.  

    Arnavutluk-Kruja’daki dağda yer alan Sarı Saltık Makam’ı, Kruja’nın merkezine yakın yerde bulunan Sarı Saltık Ziyaretgâh’ı Arnavutluk ve diğer ülkelerin yoğun olarak ziyaret ettikleri mekanlardır. Bu mekanlara birçok farklı dine ve inanışa sahip insanlar ziyarete gelmekte ve kendi inançlarına uygun olan ritüellerini gerçekleştirmektedir. Yapılan halkbilimi alan çalışması sonucunda Arnavutluk-Kruja’daki Sarı Saltık Makamı, Ziyaretgâh’ı kapsamındaki yazılı kaynaklar genel olarak günümüzde halkın aktardığı sözel kaynaklarla uyuşmaktadır. Halk aktarılan bu sözel kaynaklı efsanelere ve inanışlara inandığı ve saygı duyduğu için Sarı Saltık’ın makamına önemli gün geceler dışında da sürekli ziyarete gitmektedir.  

     Makam ya da türbe sahibi kişiler belirli güçlere sahiptirler. İnsanlar tarafından kutsal kabul edilen bu kişilerin türbeleri ya da makamları etrafında yer alan her nesne de kutsal kabul edilmiştir. Bu güçlerini halka gösterme yolunda çevrelerinde kullandıkları eşyalar, dokundukları taş, kayalık, dağ vb. mekanlar vefatlarından sonra da halk tarafından korunmuştur. Korunma ile birlikte çok çeşitli inanç ve ritüellere de ev sahipliği yapmıştır. Halk bunlara inanma ihtiyacı hissetmiştir. Sarı Saltık Arnavutluk-Kruja’da ritüeller ile bütünleşerek günümüzde adını yaşatmaya devam etmektedir. 

    Balkanlar’a Osmanlı öncesi fetih amaçlı giden birçok alperen dervişlerin kabirleri günümüzde halk tarafından bilinmemektedir. Alan çalışmasında Sarı Saltık’ın Makamlarını araştırırken halk tarafından bilinmeyen farklı alperenlerin kabirlerini öğrenme imkanı olmuştur. Ancak özellikle komünizm rejiminin geçtiği yerlerde bu alperenlerin türbeleri yıkılmıştır. Günümüzde korunmaya çalışılan Arnavutluk-Kruja’daki Sarı Saltık’ın makamı gibi yerler azalmaktadır. Kruja’da Sarı Saltık’a sahip çıkılmasında Kruja’da yaşayan halkın Müslüman olmaları ve atalarından tevarüs eden mirasa sahip çıkmaları ön plandadır. Görüşülen kaynak kişiler Kruja halkının inanış ve ritüelleri korumaması, unutması durumunda dininden, dilinden ve kültüründen uzak bir Kruja olacağını ifade etmektedir. Komünizm zamanı bunun acı örnekleri verilmiştir. Bu sebeple halk bilinçlenerek örf, adet, inanış kurallarını devam ettirmeyi kendilerine bir borç bilmektedir.  

    Kaynakça 

    ALPTEKİN, Ali Berat (2012). Efsane ve Motifleri Üzerine, Ankara: Akçağ Yayınları.  

    AYVERDİ, İlhan & v.d. (2011). İnanç Maddesi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c.2. Yay. Haz. Kerim Can Bayar, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

    AYVERDİ, İ.& v.d. (2011). Ritüel Maddesi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, c.3. Yay. Haz. Kerim Can Bayar, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı. 

    BABINGER, Franz (1986). Sarı Saltık Dede, İ.A. MEB. c.2, İstanbul: MEB. Yayınları. 

    BARTL Peter, (1998). 1878-1912, Milli Bağımsızlık Hareketleri Esnasında Arnavutluk Müslümanları, çev. Ali Taner, İstanbul: Bedir Yayıncılık. 

    BORATAV, Pertev.Naili. (2013) 100 Soruda Türk Folklorü, Ankara: BilgeSu Yayınları. 

    ÇAĞLAYAN, Bünyamin (2014). Alexandre Degrand Tarafından Kruja’da (Arnavutluk) Derlenen Sarı Saltuk Efsanesi”, Balkanlara Gidişinin 750. Yılında Uluslarası Sarı Saltuk Gazi Sempozyumu Bildiriler Kitabı, Edirne.  

    DEGRAND, Jules Alexandre Theodore (1901). Souvenirs De La Haute-Albanie, Paris: Rue-Bernard Palissy Yayınları. 

    DEMİR, Necati ve ERDEM, Mehmet Dursun (2013). Saltıknâme, İstanbul: UKID-Alioğlu Yayınları.  

    DEMİR, Necati (2015). Sarı Saltık Gazi, İstanbul: Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları 

    Duran, Hamiye (2007). Vilayetname, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. 

    EVLİYÂ ÇELEBİ b. Derviş Mehemmed Zıllî (2008a). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi-2Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, Zekeriya Kurşun, İbrahim Sezgin, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

    EVLİYÂ ÇELEBİ b. Derviş Mehemmed Zıllî. (2008b). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi-3, Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

    EVLİYÂ ÇELEBİ b. Derviş Mehemmed Zıllî. (2011c). Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi-8, Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 

    Gölpınarlı, Abdülbaki (1995).  Manakıb-ı Hacı Bektâş-ı Velî “Vilâyetnâme”, İstanbul: İnkılâp Yayınları. 

    Hadžıjahić, Muhamed (2010). Zbornik RadovaTri Etape U Historijatu Tekija Na Vrelu Bune U  

    Blagaju (BogomilskaBektašijska i Halvetijska), Mostar: Muftijstvo Mostarsko Medžlis Iz Mostar Yayınları. 

    Harapi, Zef M. (1933), “Sarı Saltık”, LEKA dergisi, C.5-1, Arnavutluk. 

    Hasluck, Frederick William (2000). Bektaşi Tetkikleri, Çev: Ragıp Hulusi, Ankara: Milli Eğitim Basımevi. 

    Hasluck, Frederick William (2012). Sultanlar Zamanında Hıristiyanlık ve İslam, C.I, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 

    Hasluck, Frederick William (2013). Sultanlar Zamanında Hıristiyanlık ve İslam, C.II, İstanbul: Ayrıntı Yayınları. 

    İsen, Mustafa (2001). “Hasan Kaleşhi” TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), C.24, İstanbul. 

    Kaçalin, Mustafa Sinan (2008). Yûsuf Hâs Hâcib, Kutadgu Bilig Metin, KTB/e-kitap: http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10716,yusufhashacibkutadgubiligmustafakacalinpdf.pdf. 

    Kaleşi, Hasan (1967). “Arnavut Söylentilerinde Sarı Saltuk”, Sesler Aylık Toplum Sanat Dergisi, S. 3, Makedonya.   

    Karakaş, Rezan (2014). “Siirt Halk Kültüründe Kutsal Ağaç ve Türbeler”, Millî Folklor, S. 102, Ankara. 

    Kiel, Michael (1978). “Babadağ-Dobruca’daki Sarı Saltık Türbesi Tarihi ve Mimari Kısa Notlar”, GDAAD, S.6-7, İstanbul.  

    Kiel, Michael (1980). “Sarı Saltık ve Erken Bektaşilik Üzerine Notlar”, Çev: Fikret Elpe, TDAD, S.2, İstanbul.  

    Kiel, Michael (2000). Bektaşi Ocağı’nın Arnavutluk’taki Kuruluş Tarihine Dair Not (1567-1568’de Kaydedilen Kruja’daki Sarı Saltuk Dede Ocağı”, Çev. Cemal Çakır, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, C.VI/13, Ankara. 

    Kiel, Michael (2002). “Sarı Saltuk”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA) C.36, İstanbul. 

    Kiel, Michael (2002). “Kruja TDV İslam Ansiklopedisi  (DİA) C.26, İstanbul. 

    Lala, Avni (2015). “Arnavutluk’taki Bektaşi İnanç ve Ritüellerinin Sosyolojik Analizi”, Doktora Tezi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı. 

    Michel, Robert (1909). Mostar, Prag: Bellman Yayınları. 

    Mićijević, Senad (2004). Blagaj, Mostar: Slovo-Mostar Yayınları. 

    Ocak, Ahmet Yaşar (2005). Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri, İstanbul: İletişim Yayınları. 

    Ocak, Ahmet Yaşar. (2011). Popüler İslâm’ın Balkanlar’daki Destani Öncüsü Sarı Saltık, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. 

    Okiç, Tayip (1952).  “Sarı Saltuk’a Ait Bir Fetva”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, S.1, Ankara.  

    Ögel, Bahaeddin (1995). Türk Mitolojisi II, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. 

    Popovic, Aleksandre (1995). Balkanlarda İslam, İstanbul: İnsan Yayınları. 

    Tanyu, Hikmet (1973). Dinler Tarihi Araştırmaları, Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları.   

    Uludağ, Süleyman (2002). “Keramet”, TDV İslam Ansiklopedisi (DİA), C.25, İstanbul. 

    Veinstein, Gilles (2011). Osmanlılar ve Ölüm, İstanbul: İletişim Yayınları. 

    Sözlü Kaynaklar 

    1-Baki Dollma, Kruja, 79, Üniversite, Yazar, 19.08.2015. 

    2-Baba Mondi, Tiran, 57, Dünya Bektaşi Merkezi’nin Başkanı, 20.08.2015. 

    3-Arjan Gjikola, Tiran, 34, Master, Öğretmen, 17.08.2015. 

    4-Aykuna Hoppe, Tiran,35, Doktora, Akademisyen, 17.08.2015. 

    5-Baba Halil Curri, Fushe Kruja, 69, Lise, Kruja’daki makam sorumlusu, 17.05.2015 

    6-Sadıg Balla, Kruja-Vjec, 66, Ünversite, Ekonomist, 17.05.2015. 

    7- Shpetim Sela, 42, Mamurras-Kruja, Lise, Esnaf, 18.05.2015. 

    8- Olsi Pengili, Kruja, 38, Üniversite, Kruja Belediyesi’nde çalışıyor, 15.04.2016.   

    9- Lindita Herri, Vjec-Kruja, 50, Lise, Esnaf, 19.08.2015. 

    10- Arbis Herri, Vjec-Kruja, 24, Üniversite, Öğrenci, 19.08.2015. 

    11- Genç Çitozi, Kruja, 48, Lise, Telekom’da çalışıyor, 17.08.2015. 

    12- Avni Lala, Arnavutluk, 32, Üniversite-Doktora, Araştırmacı, 12.07.2016. 

    13-Nurten Mahmudi, Tulça-Romanya,35,Üniversite-Master, Tulça Türk Birliği’nde                                             çalışıyor, 26.05.2016.  

    14- Hyrije Hysa, Vjeco-Kruja, 62, Lise, Esnaf, 21.08.2015 

    15- Hyrije Veseli, Kruja, 57, Lise, Esnaf, 21.08.2015. 

    16- Kujitim Hysa, Vjeco-Kruja, 66, Lise, Esnaf-Muhib, 21.08.2015 

    17- Neki Emini, Erseka-Kruja, 71, Ortaokul, Türbedar, 20.08.2015. 

    18- Artan Kullaj, Karca-Kruja, 45, Lise, Teknisyen, 20.08.2015.   

  • METIN IZETI: 19. VE 20. ASIRLARDA MAKEDONYA’DA DİNİ VE SOSYAL HAYATIN OLUŞMASINDA ÜÇÜNCÜ DEVRE MELAMİLİĞİN RÖLÜ VE ÖNEMİ

    METIN IZETI: 19. VE 20. ASIRLARDA MAKEDONYA’DA DİNİ VE SOSYAL HAYATIN OLUŞMASINDA ÜÇÜNCÜ DEVRE MELAMİLİĞİN RÖLÜ VE ÖNEMİ

    ÖZET

    XIX. yüzyılın ikinci yarısında Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği, Balkanların çeşitli yerlerinde yaygınlaşmış, İstanbul’un sosyal hayatında etkili olmuş, son dönem Osmanlı aydınları arasında teveccühle karşılanmış bir meşrebdir. Kurucusundan dolayı “Melâmiyye-i Nûriyye” olarak da adlandırılmıştır.Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.İlk eğitimini ailesinden almış.Câmiu’l-Ezher’deki hocası Hasan Kuveysî tarafından Anadolu’ya gönderilen Seyyid Muhammed orada fazla kalmayıp Rumeli’ye geçmiş ve Selanik ile Serez’de Nakşî-Melâmî zümreleriyle ilişkiye geçmiştir.Yanyalı Şeyh Yûsuf en-Nakşîbendî (ö. 1244/1828) aracılığıyla Nakşibendîlik, Şeyh İbrâhimuşşemârikî Halvetî aracılığıyla Halvetîlik, Ekberîlik ve Üveysîlik tarikatlarına intisâb etmiştir.1249/1833-34’te Koçani (Koçine) medresesinde müderrislik yapmış ve ulemâ arasında tanınmıştır.1287/1870 yılında Tikveş’te (Kavadar) iken kendisine “kutbiyet” makamı verildiğini açıklamıştır. 1288/1871 yılında beşinci defa müridi Şeyhülislâm Molla Bey’in davetiyle İstanbul’a gelmiş, beş ay kaldıktan sonra Ustrumca’ya dönmüş ve 1305/1882’de vefat etmiştir.

    Muhammed Nuru’l-Arabi’nin yerleşmesinden sonra Ustrumca şehri canlanmış be tüm maddi ve manevi müesseseleri ile paradigmatic bir osmanlı şehrini temsil etmiştir.

    Anahtar kelimeler: Melamilik, Muhammed Nuru’l-Arabi, Ustrumca, Liber mundis

                                                                &&&

    Kaynağını Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan alıp Müslümanın gönül dünyasında manevî gelişmeyi hedefleyen İslâm tasavvufu kültürel zenginliğimizin önemli kaynaklarından biridir. Başlangıçta Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Şeyh Edebâli… gibi büyük sûfîlerin şahsiyetinde temsil edilmiş Türk tasavvuf düşüncesi daha sonraları gerek ortaya çıkan türlü akımları ve gerekse yetiştirdiği mütefekkir-mutasavvıflar açısından son derece zengin bir konuma sahiptir.

    Türk-İslâm tarihinin büyük bir zaman dilimini oluşturan Osmanlı devletinin teşekkülünde ve gelişiminde önemli rolü olan tasavvuf, sadece dinî alanla alâkalı bir olgu olarak kalmamış, fikir, felsefe, mimarî, şiir ve mûsîkî, şehirlerin kuruluşu, başta olmak üzere bütün ilim ve güzel sanatlara uzanarak ilmî ve sosyal hayatla ilgili yönlendirmeler yapan bir düşünme ve yaşama tarzı olmuştur.

    XIX. yüzyılın ikinci yarısında Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği, Balkanların çeşitli yerlerinde yaygınlaşmış, İstanbul’un sosyal hayatında etkili olmuş, son dönem Osmanlı aydınları arasında teveccühle karşılanmış bir meşrebdir. Kurucusundan dolayı “Melâmiyye-i Nûriyye” olarak da adlandırılmıştır.[1]

    Balkanlarda ikinci devre Melâmîlikten Hamza Bâlî’nin (ö. 969/1561-62) temsil ettiği Bayrâmî-Melâmîliğin kolu olan Hamzavî-Melâmîleri Bosna-Hersek’te ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği veya Melâmiyye-i Nûriyye Makedonya ve Kosova’da faaliyet göstermiştir.

    Hamzavî- Melâmîliğin kurucusu Bosnalı Şeyh Hamza Bâlî (ö. 969/1561-62)’dir.[2] Başagiç’e göre Hamza Bâlî’nin doğum yeri Zvornik sancağında Vlasenitsa’nın yanında bulunan Orloviçi köyüdür. Genç yaşlarında Vezir Pertev Paşa’nın hizmetinde bulunan Hamza Bâlî daha sonraları, Hüsâmeddîn Ankaravî’nin (ö. 964/1557) halîfesi olmuş, ondan sonra makamına geçmiş ve hizmetini memleketi Bosna’da Orloviçi köyünde kurmuş olduğu zâviyede sürdürmüştür. Hamza Bâli Bosna’da az zamanda birkaç bin mürid toplamış. Bu kişilerin bir kısmını meyhanelerden toplamış olduğu gibi, havastan da bazı kimseler de sohbetini dinledikten sonra ona bağlanmıştır.

    Bosna’nın ulemâ ve meşâyihi bu kişinin ümmî olduğuna ve irşâd işlerine kâdir olmadığına şerʽ-i şerîfe uymayan halleri ve hareketleri olduğundan dolayı mahkemeye müracaat etmişlerdir. Sonuç olarak 969/1561-62 yılında Hamza Bâlî İstanbul Tahtakale’de idam edilmiştir.[3]

    Hamza Bâli’nin öldürülmesinden sonra da Bosna’da Hamzavî namıyla anılan zümreler ve bazı kişilerin bulunduğu ve Hamza Bâlî’nin fikirlerini taşıdıklarını, Nevʽizâde Atâî’nin onlarla ilgili ifadelerinden anlaşılmaktadır.[4]

    1992 Bosna harbine kadar müze olarak çalışan ve Vlasenitsa-Zvornik yolu üzerinde olan Nova Kasaba’daki tekke ve zengin vakfı 925/1519 yılında Hamza Dede tarafından kurulmuştur.[5] Muhammed Hacijahiç’e göre tekkenin kurucusu Hamza Dede, Hamza Bâlî’nin dedesidir ve Hamza Bâli Bosna’ya döndüğünde faaliyetlerini bu tekkede devam ettirmiştir.[6]

    Ancak XVI. yüzyıldan sonra bu tekkenin Hamzavîlere ait olduğu hakkında bir belge yoktur. 1664 yılında buradan geçen Evliyâ Çelebi, Hindi Hamza Baba tekkesinden bahseder fakat hangi tarikata ait olduğu konusunda bilgi vermez.[7]

    XVIII. ve XIX. yüzyılda daha çok misafirhane olarak çalışan Hamza Dede tekkesinde zâviyedarlık yapan şahıslar şunlardır: Derviş Abdülkâdir, 24 Safer 1208/1793 tarihli bir beratla zâviyedar olmuştur. Ondan sonra zâviyedarlık görevi oğulları Ali, Ramazan ve Hamza tarafından îfâ edilmiştir.Zilhicce 1215/1801 tarihli bir berattan anlaşıldığına göre de bu dönemden sonra Abdurrahmân ve Hamza zâviyedarlık yapmışlardır. XIX. yüzyılın sonundan 1952 yılına kadar tekkenin zâviyedarlığını Mulla Mustafa Orloviç yapmıştır.[8]

    Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.İlk eğitimini ailesinden almış.Câmiu’l-Ezher’deki hocası Hasan Kuveysî tarafından Anadolu’ya gönderilen Seyyid Muhammed orada fazla kalmayıp Rumeli’ye geçmiş ve Selanik ile Serez’de Nakşî-Melâmî zümreleriyle ilişkiye geçmiştir.Yanyalı Şeyh Yûsuf en-Nakşîbendî (ö. 1244/1828) aracılığıyla Nakşibendîlik, Şeyh İbrâhimuşşemârikî Halvetî aracılığıyla Halvetîlik, Ekberîlik ve Üveysîlik tarikatlarına intisâb etmiştir.[9]1249/1833-34’te Koçani (Koçine) medresesinde müderrislik yapmış ve ulemâ arasında tanınmıştır. 1255/1839’da Üsküp’e gelerek Kazanlı Abdülhalik Efendi’ye intisâb etmiş, halîfesi Trabzonlu Mustafa Efendi’den ikinci defa Nakşibendîlik icâzeti almıştır. İstanbul’a 1266/1849 tarihinde Üsküp valisi Selim Paşa’nın davetiyle gelmiş ve altı ay kalmıştır. Şeyh Bedreddîn’in Vâridât’ını okutması nedeniyle merkeze şikâyet edilen Seyyid Muhammed 1285/1868 tarihinde zaptiye müdürü Hüsnü Paşa tarafından İstanbul’a yeniden davet edilmiş ve yine orada oğluyla beraber altı ay kalmıştır. Daha sonra tekrar Üsküp’e dönen şeyhi, 1286/1869’da eski Bosna valisi Topal Osman Paşa ile zaptiye müdürü Hüsnü Paşa tekrar davet etmiş, o da yine oğluyla birlikte İstanbul’a gelmiş ve beş ay kalmıştır.[10]

    1287/1870 yılında Tikveş’te (Kavadar) iken kendisine “kutbiyet” makamı verildiğini açıklamıştır. 1288/1871 yılında beşinci defa müridi Şeyhülislâm Molla Bey’in davetiyle İstanbul’a gelmiş, beş ay kaldıktan sonra Ustrumca’ya dönmüş ve 1305/1882’de vefat etmiştir.[11]

    Seyyid Muhammed Muhyiddîn ibn Arabî, Şeyh Bedreddîn, Niyâzî Mısrî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Ahmed b. İdrîs gibi vahdet-i vücûd nâşirlerinin eserlerini şerhetmiştir.[12] Derin İslâm ve tasavvuf kültürüne sahip olan Nûru’l-Arabî’nin İstanbul ve Rumeli’de birçok halîfesi olmuştur. İstanbul’daki halîfeleri arasında şu zatlar yer almaktadır: Şehremin’deki Pazar tekkesi şeyhi Ahmed Safî Efendi, Mevlânâkapı’daki Tarsus tekkesi şeyhi Abdülkerîm Efendi, Yenikapı Mevlevihânesinde medfûn Ali Örfî Efendi (ö. 1305/1888), Fatih Kadıçeşme medresesi müderrislerinden Şeyh Abdullah Hulûsî Efendi (1307/1890), Altımermer’de Kâdirî tarikatından Kürkçüoğlu dergâhına devam eden Şeyh Maksûd Efendi (ö. 1342/1924), Abdurrahîm Fedâî (ö. 1303/1885)’ye intisâb eden Bayezit Camii vâizi Hâfız Abdürraûf Efendi (ö. 1921), Balat tekkesi şeyhi Kemâl Efendi (ö. 1913), Kamer Hatun Camii imamı Vehbi Efendi (ö. 1921), Tibyân sahibi Harîrîzâde ve talebesi Osmanlı Müellifleri yazarı Bursalı Mehmed Tâhir (ö. 1925) vs.[13]

    Düşüncelerini Anadolu’dan ziyade Rumeli’ye yayan Seyyid Muhammed’in Make­donya ve Kosova’da da birçok halîfesi olmuştur. Bu bölgelerden şeyhin halîfeleri olan zatlar şunlardır: Abdurrahîm Fedâî[14], İştipli Sâlih Rifʽat Efendi[15], Üsküplü Filintalizade Hoca Mahmûd Efendi[16], Fâik Mehmed Bey[17], Hacı Süleymân Bey[18], Hacı Abdülkâdir Bey[19], Ali Rıza Vasfi Efendi [20], Elmas Efendi[21], Cengorî Mustafa Efendi[22], Yakovalı Hâfız Süleymân Baba[23], Prizrenli Topal Receb Efendi.[24]

    XIX. yüzyılda Makdonya ve Kosova’da Melâmî tekkeleri şu şehirlerde kurulmuştur:

    Ustrumca: İki tane tekke vardı. Birinde Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî otururdu ve vefatından sonra da oraya defnedilmiş ve bir türbe inşa edilmiştir. Seyyid’den sonra şeyhliğe halîfesi Hacı Fâik Bey gelmiş. Hacı Fâik Bey’den sonra Muhammed Nûr’un evlât edindiği Hacı Valde tarafından idare edilmiştir.İkinci tekke Seyyid’in oğlu Şerîf Efendi tarafından idare edilmiş.Onun 1323/1905 yılında vefatından sonra Hacı Abiş Efendi şeyh olmuş ve onun zamanında tekke Bulgarlar tarafından kapatılmıştır.[25]

    Doyran: Doyran’da ve Doyran’ın Dedeli köyünde birer Melâmî tekkesi faaliyet göstermiştir. Dedeli köyündeki tekke Seyyid Muhammed’in halîfesi Elmas Efendi tarafından kurulmuştur.[26]

    Veles (Köprülü): XIX. yüzyıl sonlarında Köprülü’de bir Melâmî tekkesi faaliyet göstermiştir.

    -Kavadar (Tikveş): Kavadar’daki tekke Ustrumcalı Hacı Süleyman Bey’in biraderi Hacı Abdülkâdir Bey tarafından kurulmuş ve Balkan harbine kadar idare edilmiştir. Tekke birkaç müridle de olsa İkinci Dünya Savaşına kadar faaliyet göstermiştir.[27]

    -İştip: Seyyid Muhammed’in halîfelerinden olan Sâlih Rif‘at Efendi tarafından İştip’te bir tekke yaptırılmıştır. 1326/1908’de tekke Bulgarlar tarafından yakılmıştır.[28]

    Üsküp: Üsküp’teki Melâmî tekkesini Seyyid Muhammed’in damadı ve halîfetu’l-hulefâsı Abdurrahîm Fedâî Efendi kurmuş ve ilk şeyhi olmuştur. Ondan sonra oğlu Hacı Kemâl Efendi posta geçmiştir.Kemâl Efendi’den sonra XX.yüzyılın başlarında oğlu Hakkı Efendi şeyh olmuştur.[29]

    Manastır (Bitola): Manastır’ın Vranyevci köyünden olan Rifâî tekkesi şeyhi Ali Rızâ Efendi Seyyid Muhammed’e intisâb edip Sâfî Efendi’den hilâfet aldıktan sonra tekkesini Melâmî tekkesine dönüştürmüştür. Ali Rızâ Efendi 1331/1912’de vefat etmiştir.[30]

    -Prizren: Kosova bölgesinde bulunan Prizren şehrinde Seyyid Muhammed’in halîfesi Hacı Receb Efendi bir Melâmî tekkesi kurmuştur. Hacı Receb’in 1316/1898 yılında vefatından sonra posta Şeyh Seyfuddîn Tosko (ö. 1913) oturmuştur.Şeyh Seyfuddîn’den sonra Hacı Ömer Lütfü Paçarizi (ö. 1929) şeyh olmuştur.[31] Şeyh Ömer’den sonra sırasıyla posta şu şeyhler oturmuştur: Şeyh Kâmil Tosko, Şeyh Sâlih Efendi, Şeyh Hilmi Efendi, Şeyh Hamdi Kaçamak, Şeyh Hacı İlyâs Bardhi, Şeyh Hacı İdrîs, Hâfız Rıdvân, Şeyh İdrîs Maksûd. Günümüzde tekkenin şeyhi Hacı Yaʽkûb Muçezi’dir.[32]

    Yakova: Seyyid Muhammed’in halîfesi Yakovalı Hâfız Süleymân Baba 1318/1900 Kosova’nın Yakova şehrinde bir Melâmî tekkesi kurup Melâmîliği bu bölgeye yaymıştır. Süleymân Baba’dan sonra tekkenin şeyhi sırasıyla Prizrenli Hasan Efendi, Şeyh Zeki ve Akovalı (Biyelo Polye) Hâfız Hayrullah Abdurrahmanoviç olmuştur.[33]

    Günümüzde Kosova bölgesinde üç Melâmî tekkesi faaliyet göstermektedir: Rahovça Şeyh Molla Efendi tekkesi, Prizren Melâmî tekkesi ve Mitroviça’nın Suhodol köyünde Hâfız Halil tarafından XX. yüzyılın başlarında kurulan Melâmî tekkesi.[34]

    Makedonya’da Osmanlı şehri  Ustrumcave sufi-melami paradigması…

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır.Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır[35], çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    Ustrumca  osmanlı şehirin tüm karakteristikleri içinde barındırmaktadır.  Kur’an insanı, ilahi hilkatın içerisinde kemalin ve güzelliğin birinci derecedeki örneği olarak tarıf etmekte, o aynı zamanda kendisinde maneviyatı ve maddiyati barındırabilen, mıkrokozmik ve makrokozmik eşkalın yoğunluk kazandığı obje, melekut ile şehadet alemini birbirine yaklaştıran bir varlıktır. Ustrumca şehri, cami, tekke, hamam, kervansarayı ile budur.

    İnsanın ruhani ve fiziki şahsiyeti Yaratıcı Kuvvet tarafından gelen hediyelerin yetkin bir şekilde kabul edicisididr. Biz insanı Allahın  hiçten yaratmış olduğu bir varlık veya fuyuzat sonucu şehadet mertebesine inen bir zillullah olarak mı göreceğiz hiç önemli değil, o  her açıdan  Yaratıcı Kuvvetin kendi varlığını  alem-i şehadete indirdiği ve esmâ ile sıfatını temsil ettirdiği karakterdir. İnsan karakteri ezelî ve ebedî olan nefha-i ilahiyyenin evrensel kabul edicisi olarak Allahu Tealanın doksan dokuz güzel isminin şehadet ve jografik anlamda  objektifleşmesini sergilemektedir. Bundan dolayıdır ki tasavvuf literatüründe insan ilahi tecellilerin tezahür ettiği bir mekan olarak görünmüştür. İçinde bu vasıfları barındıran insan, epıstemolojik ve ontolojik yönden varlık cetvelinin varlıksal ve bilimsel kademelerini aşarak , Kainat kitabını (Lıber mundı) ve Vahyı (Liber revelatus) takip ederek kemal mertebelerine (scala perfectıonıs) ulaşır. İşte tasavvufun ortaya koymaya çalıştığı kemal insan tipi budur.

    Bu kavram değişik kademe ve kapsamlarda ele alınabilir, ancak hepsinde de bu mukayese önemini korumaktadır. İnsan-ı kamil  kendisinde Yedullah’ın bolca hibe ettiği hediyeleri kabul eden kamil bir fizikî ve manevî kabul edicisi olarak sufî antropolojisinde her zaman şahsiyetinde temsil edilen tecelliyât-ı ilâhiyye ile ön planda tutulmuştur. Bu tecelliyat sayesinde La teayyun mertebesine sahib olan Ruh-i ilâhî melekutî yönünü korutmakta ve insan karakterindeki yetkinlik sayesinde bu boyutun şehadet yansımasını sergilemektedir.[36]

    Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.

    İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur. Muhammed Nuru’l- Arabi eğitimin paradigması ile yetişen melami dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.


    [1]           Melâmîlik hakkında bkz. Doğrul, Ömer Rıza, İslâm Tarihinde İlk Melâmet, İstanbul 1950; Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, s. 346-349; Gölpınarlı, Abdülbaki, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul 1969, s. 246-269; a.mlf., Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931; Sunar, Cavit, Melâmîlik ve Bektaşîlik, Ankara 1977; İnan, Y. Ziya, İslâm’da Melâmîliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul 1978; Cerrahoğlu, Abdurrahman, Dünkü ve Bugünkü Melâmîler, İstanbul 1984; Kara, Mustafa, “Melâmetiyye”, İ.Ü.İ.F.M., c. 43, s. 561; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 380-86; Kumanlıoğlu, Hasan Fehmi, Hz. Pîr Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Hayatı, Şahsiyeti ve Tasavvufî Görüşleri (Y. L. Tezi), İzmir 1995

    [2]           Atâî, Nevʽizâde, Zeyl-i Şekâik, s. 70-71.

    [3]           Hamzavîlik hakkında daha geniş bilgi için bkz. Atâî, Nevʽizâde, Zeyl-i Şekâik, s. 65; Gölpınarlı, A., Melâmîlik ve Melâmîler, s. 73; Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 273; Hadzıjahic, M., “Udio Hamzevija u atentatu na Mehmet Paşu Sokoloviça”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, 1955, s. 325; a.mlf., “O progonu Hamzevija u Bosni 1573 godine”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, XX-XXI, 1970-71, Sarajevo 1974, s. 68; Mehinagiç, İbrahim, “Çetiri neobjavljena izvora o Hamzevijama iz sredine XVI vijeka”, POF, XVII-XIX, 1968-69, Sarajevo 1973, s. 217-266; Okiç, Tayyib, “Quelques documents concernant les Hamzavites”, International Congress of Byzantinists, Leiden 1957, s. 281; Algar, Hamid, “The Hamzeviyye, A Deviant Movement In Bosnian Sufism”, Islamic Studies, 36, 2-3 (1997), s. 243-261; Öngören, Reşat, a.g.e., s. 299-300.

    [4]           Atâî, Zeyl-i Şekâik, s. 283.

    [5]           Hadzijahiç, M., “Tekija kraj Zvornika, postojbina bosanskih Hamzevija”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, X-XI, Sarajevo 1961, s. 193-203.

    [6]           Aynı yer.

    [7]           Evliyâ Çelebi, Puropis, s. 474.

    [8]           Hadzijahiç, M., a.g.m., s. 194, 194, 197; Çehajiç,Dz., a.g.e., s. 200-204.

    [9]           Gölpınarlı, Abdülbaki, a.g.e., s. 232-242; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 386; Çiçek, Y., Harîrizade Mehmed Kemâleddîn, Hayatı, Eserleri ve Tibyânu Vesâili’l-Hakâik, (öğretim üyeliği tezi) s. 12-23; Yücer, Hür Mahmut, XIX. Asırda Anadolu’da Tasavvuf, s. 400-01.

    [10]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 239-240; Yücer, a.g.t., s. 402.

    [11]          Aynı yer.

    [12]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 249.

    [13]          Yücer, a.g.t., s. 402; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 384-386; Gölpınarlı, a.g.e., s. 302-339.

    [14]          Prizrenli olup Seyyid’in başhalîfesi ve damadı idi. Üsküp’te bir medresede müderris iken 1303/1885’te hacdan dönerken gemi Süveyş kanalını geçtiği sıralarda vefat etmiştir. Tefsîru Sûreti’l-Kevser (Arapça), Risâle-i Vehbiyye, Kasîde-i Nûniyye, Hediyyetü’l-Hacc gibi eserleri ve Fedâî mahlasıyla yazdığı bazı şiirleri vardır. Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 304-308; Abdürrahim’in en meşhur halîfeleri şunlardır: Üsküplü Abdülehad Efendi (ö. 1332/1914), Üsküplü Hacı Hafız Abdurraûf Efendi (ö. 1340/921), Priştineli Yûnus Efendi (ö. 1330/1912).

    [15]          Seyyid Muhammed’e intisâbından sonra memleketi olan İştip’te bir tekke yaptırıp irşâd ile meşgul olmuştur. 1326/1908 tarihinde vefat edip tekkenin hazîresine defnedilmiştir. Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 312.

    [16]          Üsküp ulemâsından ve Nûru’l-Arabî’nin hulefâsından olan bu zât 1310/1892’de Hicaz’da vefat etmiştir.

    [17]          Ustrumcalı olan Fâik Mehmed Bey Nûru’l-Arabî’nin vefatından sonra dergâhında şeyh olmuş ve 1319/1901’de Selanik’te vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 313.

    [18]          Seyyid Nûru’l-Arabî Ustrumca eşrafından olan Süleyman Bey’in konağında sıkça otururmuş. 1889 yılında vefat etmiştir. Gölpınarlı, aynı yer.

    [19]          Ustrumcalı olup Hacı Süleyman Bey’in biraderidir Tikveş’te merkezde yapılan tekkeye Seyyit tarafından hilâfet verilerek gönderilmiş ve Balkan harbinde tekkeyi yakılmaktan kurtarmıştır. 95 yaşlarında vefat eden Hacı Abdülkadir tekkenin hazîresine defnedilmiştir.Gölpınarlı, a.g.e., s. 313.

    [20]          Manastır Rifâî tekkesi şeyhi olan Ali Rızâ Vasfi Bey Muhammed Nûru’l-Arabî’nin halîfelerindendir. 1331/1913’te vefat etmiştir. Gölpınarlı a.g.e., s. 323.

    [21]          Doyran’ın Dedeli köyünden olup, şeyhten icazet aldıktan sonra köyünde tekke açmıştır. 1324/1906 yılında vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 323.

    [22]          Doyran tekkesine şeyh olan bu zât 1325/1907 yılında vefat etmiştir. Aynı yer.

    [23]          1318/1900-02 yılında vefat eden Süleyman Baba Zeki Efendi, Prizrenli Hacı Âdem Efendi ve Hasan Efendi’ye hilâfet vermiştir. Aynı yer.

    [24]          Prizren’de Rüşdiye muallimi olan bu zâtın fevkalâde nüfûzu olup o bölgede Melâmîliği yaymıştır. Prizren’de yapılan tekkenin ilk şeyhidir.1318/1900’de vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 323.

    [25]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301; Şehayiç, D. a.g.e., s. 209. Ustrumca’da Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî’nin şeyhlik yaptığı tekkesi günümüzde mevcut değildir. Melâmîler şeyhin evinde haftada bir defa ve dinî bayramlarda toplanır. Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî’nin mezarı da Ustrumca ve diğer bölgelerden gelen halk tarafından çok ziyaret edilir.

    [26]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301, 323.

    [27]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301; Palikrusheva, a.g.m., s. 112.

    [28]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301.

    [29]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 302. İkinci Dünya Savaşına kadar faaliyette olan bu tekke 1952 yılında yıkılmıştır. Fakat Üsküp’te Melâmî dervişleri günümüzde de mevcuttur ve Hacı Muzaffer isminde bir terzi tarafından yönetilmektedirler.

    [30]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 302; Trifunoski, J., “O tekıjama u Donjem Slıvu Bregalnice”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, XII-XIII, (1962-63), Sarajevo 1965, s. 257. Genelde Doğu ve Güney Makedonya’da kurulan Melâmî tekkeleri Balkan harplerine kadar faaliyette kalmıştır. Balkan ve Birinci Dünya Harplerinden sonra bu bölgelerde yaşayan Türk ahali Bulgarlar tarafından göç etmeye mecbur edilmiş ve birçok köy ve kasaba tamamen boşatılmıştır. Türk ahalisi büyük bir bölümü göç ettikten sonra buralara Bulgar ve Sırp kolonizatörleri yerleştirilmiş ve Müslümanlar azınlıkta kalmıştır. Bu bölgelerde Müslümanların toplumsal hayatta yer almamaları onları yeniden göç etmeye sevketmiştir. 1955 yılında Doğu Makedonya’nın %90’ı Türkiye’ye göç etmiş, camiler, tekkeler, evler boş bırakılmıştır. Günümüzde Doğu Makedonya’da yaşayan halk arasında Rifâîlik, Melâmîlik, Bektaşîlik, Halvetîlik mevcut olsa bile genelde bu bölgelerde kalan Romenler tarafından idare edilmektedirler.

    [31]          Hacı Ömer Lütfü 13.01.1870 tarihinde Prizren’de doğmuş. Öz adı Ömer, mahlası Lütfü ve soyadı Paçarizi’dir. Prizren’de o zamanki ibtidâiyeyi ve rüşdiyeyi bitirdikten sonra 1887 yılında İstanbul’da Fatih medresesinde bulunan ağabeyi Mehmed Ali Efendi’ye gider. Ve Prizrenli Ekrem Efendi ile Hacı Rüstem efendilerin ısrarı üzerine o da medreseye yazılır. 1892 yılında Prizren’e döndüğünde şehrin eşrafından Hasan Efendi ve subay İsmâil Bey’le birlikte Yakova’ya gider ve burada Melâmî tarikatına intisâb eder. İstanbul ve İslâm dünyasının birçok yerini gezdikten sonra yeniden Prizren’e döner ve orada Melâmî tekkesinin şeyhliğine getirilir. Hacı Ömer Lütfü altmış kadar eser yazmıştır. Bunların çoğu Türkçe yazılmıştır. Dört eseri Arapça ve bir eseri de Farsçadır. Arapça ve Farsçadan on beş tercümesi vardır. Yedi nesir eserinden başka hepsi şiirdir. Bütün bu eserleri tasavvuf, tarih, didaktik, çocuk eğitimi vb. temaları işlemektedir.

    [32]          Hafız, Nimetullah, “Dervishki Redovi u Prizrenu”, Selam, sy. 13, Prizren 1998, s. 35. Prizren’de eski külhanda bulunan tekke binası mevcut değildir. 1950’de yıkılmıştır. Bugün Prizren Melâmî tekkesi Seydî Bey Camii arkasındaki Yeni Zanaatçılar Merkezi yanında bulunmaktadır. Bugün tek katlı olan tekke kârgir binadır. İki odadan oluşmakta olup bunlardan biri semâhâne görevi yapmaktadır.

    [33]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 323; Gashi, Ashık, “Neshto o Melamijama Kod nas”, Glasnik Vrhovnog İslamskog Starjeshinstva, Sarajevo 1983, V, 664.

    [34]          Rexhepagiçi, J., a.g.e., s. 209.

    [35]          Nicholson ve dığer bazı batılı tasavvuf tarihçileri tasavvuftaki insan-ı kamil anlayışını mitolojik bir gelenek olarak görmektedirler. Bkz. Nicholson, Reynold, “ Rumi: Pesnik i Mistik”, Sufizam, Beograd trz., s. 169.

    [36]          İnsan-ı kâmil anlayışın islam tasavvufu dışında musevî Kabala’daki Adam Qadmon veya uzak doğu dinlerindeki Wang mefhumlarında da rastlamaktayız. Birçok mistik bakış açısında mevcut olan bu kavram bir taraftan prımordıal şekil olarak insanoğlunu, diğer taraftan da mahdud bir varlık mertebesini kastederek toplumsal oluşun kademelerine inen toplumsal insanın ontoloji ve epistemolojisini temsil etmektedir. Bkz. Guenon, Rene, Simbolika Krsta, Çaçak 1998, s.16. 

  • METIN IZETI: TARIKATI HALVETI NDËR SHQIPTARËT

    METIN IZETI: TARIKATI HALVETI NDËR SHQIPTARËT

    TEQJA QENDRORE HALVETI-HAJATI E OHRIT SINTEZË E PËRSHPIRTSHMËRISË DHE PËRBOTSHMËRISË NË NËNQIELLIN SHQIPTAR

    Islami si një lëvizje e gjerë teologjike, ideore, qytetëruese, kulturore dhe si mënyrë e jetës, ka pasur nevojë t’u përgjigjet një numri të konsiderueshëm të këtyre pyetjeve dhe të ndërtojë institucione dhe organizma të cilët në mënyrë pragmatike do t’i zbërthejnë nevojat e individit dhe të shoqërisë. Një pjesë e institucioneve të nevojshme për mënyrën e jetës dhe botëkuptimin islamik janë të themeluara në kohën e Pejgamberit a.s., pjesa tjetër në periudhën e katër halifeve të drejtë, ndërsa pjesa tjetër është sendërtuar në periudhat e mëvonshme. Klasifikimi dhe kodifikimi i disiplinave dhe shkencave islame, si tefsiri, kelami, historia islame, kiraeti, tesavvufi kanë filluar në fillim të shekullit II/VIII  ndërsa diskutimi shkencor, filozofik dhe teologjik i tyre ka vazhduar në të gjitha periudhat e mëpasme, herë me intensitet më të madh e herë me energji më të zbehtë. Edhe Tesavvufi si shkencë ose disiplinë e posaçme e proviniencës islame, është zhvilluar paralelisht me shkencat tjera dhe ka arritur deri në ditët e sotme.

    Nëse parashtrohet pyetja se si ka mundësi që të jetësohet Islami ose feja në sistemin e ri botëror, atëherë njëra prej çështjeve që duhet diskutuar në përgjigjen ndaj kësaj pyetjeje është edhe botëkuptimi sufik, gjegjësisht mistik dhe vendi i praktikës dhe përvojës mistike në jetën e njeriut të sotshëm. Në realitet një problem i këtillë ka ekzistuar edhe në të kaluarën, mirëpo sot kur ndihet nevoja për rindërtimin dhe risistematizimin e jetës fetare dhe shoqërore të muslimanëve kjo çështje ngërthen rëndësi të posaçme për ata që mendojnë t’i nxjerrin parimet e vërteta të udhërrëfimit fetar në shoqërinë njerëzore. Në të kaluarën e afërme prezentimet e fesë janë bërë kryesisht nga aspekti juridik dhe ekzoterik, duke mos u ndalur aq sa duhet në anën e përvojës shpirtërore dhe përmasës ezoterike të shpalljes dhe teksteve tjera fetare. Largimi prej ezoteres nuk ka qenë domosdoshmëri fetare por më tepër psikologjike dhe sociologjike. Shpeshherë përleshjet që janë bërë në relacionin sheriat-tarikat, dhahir (ekzoterikë) – batin (ezoterikë), sufi-ulema kanë qenë përleshje me prapavijë të mbizotërimit shoqëror ose subjektiv. Përderisa ulematë përfaqësuesit e Tesavvufit i kanë konsideruar si tepër subjektivë dhe të dhënë pas brendësisë së shpalljes, që në të shumtën e rasteve e ka vështirësuar arbitrimin në mesin e atyre që janë të vërtetë dhe atyre që keqpërdorin qëllimmirësinë e ithtarëve të vet, sufijtë për ulematë kanë pohuar se janë tepër skriptualë dhe ngecja në fjalëpërfjalshmërinë e tekstit, e sidomos nëse bëhet fjalë për tekstet hyjnore, ka bërë që të mos i zbulojnë karakteristikat reale të brendësisë së shpalljes. Aspak nuk ka dyshim se në të dyja anët ka vlerësime të cilat kanë qenë tepër subjektive, por ka edhe realitete që nuk mund të mohohen.

    Pikërisht për këtë Islami duhet të diskutohet si një tërësi shpir-tërore-materiale e cila mund të sendërtohet vetëm nëpërmjet karakteristikave thelbësore të këtyre dy elementeve përbërëse dhe disiplinave të cilat janë të prezentuara si vazhdimësi e tyre. 

    Aktivitetet sufike në Balkan kanë filluar para ardhjes së osmanëve ndërsa janë institucionalizuar dhe përhapur në kohën e Osmanëve. Shteti osman me të madhe është ndihmuar nga ana e dervishëve në vendosjen dhe përqëndrimin e Islamit në viset e riçliruara dhe si pasojë u kanë mundësuar të veprojnë lirshëm dhe i kanë ndihmuar finansiarisht. Krahas xhamive, medreseve, imareteve, karavansarajeve në viset e cliruara kanë ndërtuar edhe  teqe ose atyre qe kanë qenë të ndërtuar u kanë ndarë fonde për veprimtari të rehatshme. Për shembull Osmanlinjtë pas çlirimit të Dimetokës në vitin 1361, që sot gjindet në pjesën e Thrakisë në Greqi kanë ndërtuar teqenë e Abdall Xhunejdit. Gazi Evrenos Beu në vitin 1390 e ka ndërtuar teqenë e Shejh Hashimit në Janinë. Në Sarajeve vetëm dhjetë vite pas çlirimit, në vitin 1463 ka patur dy teqe. Njëri prej burshtetasve Osman në kohën e Fatih Mehmet Sulltanit dhe edukatori i djalit të tij Bajezidit të II, Koxha Mirahor Iljas Beu në Korçë ka ndrëtuar një xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Sultan Bajezidi në vitin 1492 e ka vizituar Beratin dhe për tu dukur ai si qytet islamik ka ndërtuar në te një xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Gjithashtu në fund të shekullit të XV dhe fillim të shekullit të XVI Uzguroglu Ahmed beu ka ndërtuar xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Në vorrin e Sari Saltukut , Sultan bajezidi i II ka ndërtuar një tyrbe, një xhami. Medrese dhe një teqe. Në qytetin e Elbasanit në Shqipëri, i themeluar nga ana  e Osmanëve, Beglerbegu i Rumelisë dhe admirali ushtarak Sinaneddin Jusuf Pasha në vitin 1502 ka ndërtuar një medrese, hamam dhe një teqe. Në Peçin , Jeniçerag Abdi Pasha ka ndërtuar një medrese, një hamam dhe një teqe. Mëkëmbësi kuptimor (halife) i Merkez Efendiut nga Halvetijtë, jakub Efendiu (v.979/1571) në fillim të shekullit të XVI ka ndërtuar një xhami dhe një teqe në Vlorë, ndërsa më vonë Sultan Sulejmani e ka ndërtuar edhe njëhre këtë xhami. Më pas në këtë qytet janë ndërtuar edhe shumë ndërtesa tjera dhe Vlora që në fillim të shekullit XVI nuk ka patur asnjë musliman , në fillim të shekullit të XVII në masë të madhe ka qenë e banuar me muslimanë. Në shekullin e XIX i tërë qyteti i Vlorës ka qenë musliman. Edhe në jug në qytetin e Përmetit është ndërtuar një xhami, një mesxhid, një medrese, një mekteb dhe një teqe.

    Nga ana tjetër teqetë  e themeluara në vise të ndryshme të ballkanit, përveç se janë shndëruar në epiqendra të gravitimit të popullatëls përreth, ata kanë ndikuar në islamizimin  epopullatës si dhe në themelimin   e qyteteve të ndryshme në këto vise. Disa prej vendbanimeve në ballkan e mbajnë emrin e ndonji dervishi, sufiu apo objekti të teqesë dhe kjo e argumenton të sipërpërmendurën. Për shembull në Bullgari në qytetin e Haskojit ka disa lagje me emërtime sufike, si Sofullar, lagja eteqesë, lagja e dervishëve, Lagja e teqesë në Vidin, fshati sufijve në Varna, Fshati i teqesë së madhe në Shumnu, fshati i sufijve në Kizanlik, Fshati i Bali Efendiut , ku gjindet edhe tyrbeja e tij në Sofje ( Knezheva); Në Greqi, lagja e dervishëve në Drama, fshati i dervishëve në Xanthi, fshati Kizil deli dhe  Lumi i sufive i Dimetokës; Në Maqedoni, Lagja e teqesë së sipërme në Shtip, fshati i teqesë në Shkup; në Rumuni, vendbanimi Babadag në Dobruxha , ku është edhe tyrbeja e Saltuk Babës.

    Para ardhjes së osmanëve , në viset e caktuara shqiptare kanë ardhur grupe të dervishëve udhëtues (sejjah) dhe popullatës nga njëra anë ua kanë sqaruar parimet islame, kurse në anën tjetër ua kanë prezentuar një botëkuptim tolerant të ndërtimit të shoqërisë njerëzore, gjë të cilën ata nuk e kishin përjetuar. Si rrjedhim vise të caktuara shqiptare u njoftuan ose edhe i pranuan parimet islame ende pa shkelur këmba e ushtarëve në to. Me fjalë të tjera popullata psikologjikisht u përgatit për pranimin e fesë dhe administratës së re. 

    Roli vendimtar i tarikatve dhe teqeve në pranimin dhe vendosjen e Islamit në viset shqiptare shihet edhe nga fakti se pothuajse në të gjitha qendrat dhe udhëkryqet brenda hapësirës shqiptare kanë ekzistuar teqe dhe zavije.  Teqetë në aktivitetet e tyre ekonomike dhe shoqërore në masë të madhe nuk kanë bërë ndarje të popullatës në bazë të etnicitetit, fesë dhe gjuhës, prandaj edhe kanë qenë të vizituara nga ana e shtresave të gjera të popullatës.

    Sufijtë krahas aktiviteteve të tyre në fushën e tesavvufit islam, në masë të madhe, kanë qenë të ikuadruar edhe në jetën shoqërore dhe teqetë e tyre i kanë shndërruar në qendrat të artit, shkencës dhe aktiviteteve të ndryshme pozitive në shoqëri.

    Teqetë, gjithashtu, kanë qende vende ku janë kultivuar disiplinat shkencore të lashta, urtësia perenniale, alkemia, astrologjia dhe mjekësia dhe si pasojë kanë ndërtuar një botë të larmishme që ka paraqitur konglomerat të shpirtit dhe lëndës.

    Tesavvufi ka filluar të vendoset në Ballkan në shekujt e XIII dhe XIV, por, shekujt e XVIII dhe XIX konsiderohen si dy shekujt më aktiv nga aspekti i aktivitetit të tarikateve, ndërtimit të teqeve dhe pjesëmarrjes së sufijve në jetën shoqërore.

    Tarikati Halveti i zgjeruar në botën islame me më shunmë degë falë aktivitetit të palodhshëm të ndjekësve të Sejjid Jahja Shirvaniut  ka qenë prezent shekuj me rradhë edhe në jetën ekonomike, sociale dhe kulturore të viseve ballkanike dhe në veçanti të shqiptarëve.

    Tarikati Halveti është ndër tarikatet më të zgjeruara në periudhën osmane në Bosnjë dhe Hercegovinë, Serbi, Kosovë, Maqedoni dhe Shqipëri.

    Dega më e zgjeruar e tarikatit Halveti në Maqedoni është dega Hajatije e themeluar nga ana e Pir Mehmed Hajatiut (1180/1766-67). Aktiviteti i kësaj nëndege të degës Ramazanijje të tarikatit Halveti ka vazhduar deri në ditët e sodit.

    Ky studjim i shkurër do të paraqesë disa njohuri të shkurtëra në lidhje me parimet e përgjithshme të tarikatit Halveti  dhe nëndegës së tij, Hajatijjes me qendër në Ohër.

    Tarikati Halvetijje

    Është e njohur se halvetijjeja si tarikat më i zgjeruar në Shqipëri ka depërtuar shumë herët. Teqeja e Shejh Hashimit në Janinë e ndërtuar nga ana  e Gazi Evrenos Beut në vitin 1390 është teqe halvetijje. Një tjetër halvetijje është ndërtuar nga ana  eMirahor Iljas Beut në Vlorë në vitin 1490.[1] Sulltan Bajezidi i II në vitin 1492 ka ndërtuar një xhami, medrese, hamam dhe një teqe halvetijje ( Teqeja e Shejh Hasanit).[2] Në shekullin e XVIII (1196/1782) Kurd Ahmed Pasha e ka rindërtuar këtë teqe për Shejh Hasanin e halvetive. [3]  Babingeri në vitin 1920  e ka vizituar Beratinb dhe e thotë të njëjtën gjë për këtë teqe.[4] Gjithashtu edhe Shejh Azizi i halvetive në gjysmën e parë të shekullit të XVII ka ndërtuar një teqe në Berat.[5] Admirali Osman i periudhës së Bajezidit të II dhe Javuz Sultan Selimit, Sinanuddin Jusuf Pasha në kohën kurf ishte beglerbeg i Rumelisë në Elbasan në vitin 1502 brenda kalasë së vjetër ka ndërtuar  xhami, imaret, hamam, dhe një teqe halvetije. Kjo teqe kay patur shumë fonde dhe numër të madh të dervishëve dhe ka qenë teqeja më  emadhe e Elbasanit. [6]Shejh Jakub Efendiu[7] nëpërmjet të aktiviteteve të tij në shekullin e XVI në Janinë ka ndikuar edhe në përhapjen e halvetijjes deri në Delvinë dhe Vlorë.[8] Jakub Efendiu në Vlorë ka ndërtuar një teqe dhe mesxhid për aktivitetet e tarikatit, ndërsa më vonë në vitin 949 /1542-43 Sulltan Sulejmani këtë mesxhid e ka rindërtuar sdi xhami. [9] Evlija Çelebiu në vitin 1670-71 thotë se në Vlorë ka tre teqe të lidhura për Shejh Jakub Efendiun dhe ka një numër të madh të dervishëve që edukohen në to. [10] Në shekullin e XVII Vlora, Berati dhe Delvina janë shndëruar në qendra të tarikatit halveti dhe më pas prej këtu tarikati ka kaluar edhe në Maqedoni dhe Kosovë.[11] Më vonë halvetijjeja me degët ramazanijje dhe hajatijje dhe më pak me sinanijjen prej qendrave të saj në Prizren dhe Ohër përsëri është përhapur në Shqipëri.[12] Dihet që  halifetë e Shejh Husein Siroziut ( v.1110/1698-99), Shejh Osman Baba e ka themeluar teqenë halvetijje ramazanijje të Saraçhanes në Prizren, ndërsa Pir Mehmed Hajatiu, teqenë halvetijje hajatijje në Ohër. Shejh Garibi i fshatit Çaj në afersi të Tiranës nëpërmjet të qendrës halvetijje akbashijje ka ndikuar në përhapjen e halvetive në Shqipëri.[13] Në Shqipëri ka vepruar edhe një degë tjetër e  halvetive, tixhanijtë. Edhe pse nuk është hasur në teqe të tyre dihet që Shejh Hasani i Shkodrës është përpjekur për përhapjen e këtij tarikati. [14]sejahatnamen e shkruar nga ana e Evlija Çelebiut në vitin 1670-71 thuhet që në oborin e Xhamisë së teqes në Gjhirokastër ka patur dhoma të dervishëve dhe aty ka qenë shejh një njeri shumë i ngritur, Shejh Abdullahu.[15] Në vitin 1796-97 është themeluar edhe një teqe halvetije në Leskovik.[16]

    Përveç qyteteve të lartëpërmendura halvetijtë kanë ndërtuar edhe shumë teqe të tjera në qytete të ndryshme të Shqipërisë dhe janë shpërndarë në të katër anët e  saj. Qytetet tjera në Shqipëri që kanë patur teqe halvetijje janë: Kukes 3 teqe, Luma, mat, Peshkopi, Devoll, Pogradec, Përmet dhe Sarandë. Edhe teqeja bektashijje e Gazi Sinan Pashës nga viti 1826 i është dhënë në përkujdesje halvetive.[17]

    Pir Mehmed Hajatiu dhe Teqeja qendrore e Ohrit

    Dega më e përhapur e Tarikatit Halveti në Maqedoni s’ka dyshim se ka qenë Dega Hajatijje. Dega Hajatijje është themeluar nga Pir Mehmed Hajatiu (v.1180/1766-67) dhe është nëndegë e Degës Ramazanijje-Ahmedijje të Tarikatit Halveti.

    Pir Mehmed Hajatiu ka lindur në Buharë, ku ka marrë mësimet e para dhe është vendosur në Edrene. Prej Edrenesë ka shkuar në Serez pranë Husein Baba Siroziut dhe aty e ka përfunduar sejr-i sulukin e tij. Me rekomandimin e Husein Baba Siroziut është nisur për në viset e Maqedonisë së sotme dhe është ndalur në Kërçovë. Në vitin 1667 ka ardhur në Ohër, mirëpo administratorët e qytetit nuk e kanë lejuar që të ndërtojë teqe brenda në qytet. Ai ka ndërtuar një teqe jashtë qytetit, por nuk është pajtuar me mendimin e udhëheqësve të qytetit, prandaj ka shkuar tre herë në Stamboll për t’u ankuar. Në fund i është lejuar që të ndërtojë teqenë pranë Medresesë së Ohrit.  Shejh Mehmet Hajatiu në Teqenë e Ohrit ka përgatitur edhe dervishë për teqetë e tjera anembanë territorit shqiptar. Teqeja Halveti-Hajati e Ohrit njëkohësisht është edhe teqe qendrore (asitane) e kësaj dege.

    Teqeja Hajatijje e Ohrit si qendër e madhe sufike ka ndikuar në zhvillimin sufik, kulturor të Ohrit si dhe të qyteteve përreth tij. Dervishët e kësaj teqeje më vonë kanë hapur teqe në Strugë, Kërçovë, Manastir, Shtip, Gjirokastër, Elbasan etj.

    Përveç kësaj teqeje në Ohër si teqe halvetiane ka vepruar edhe Teqeja e Shejh Hasanit e cila ka qenë aktive deri në Luftën e Parë Botërore.

    Teqeja Halveti-Hajati e Strugës është themeluar nga ana e Hasan Dedeut, murid i birit të Pir Mehmed Hajatiut, Shejh Osmanit.

    Më sipër përmendëm se Pir Mehmed Hajatiu në fillim është ndalur në Kërçovë. Ai është vendosur në Xhaminë e Is’hak Beut dhe aty ka ndikuar që imami i xhamisë së bashku me nxënësit e tij të hyjnë në tarikatin e tij dhe më vonë të themelojë një teqe të këtij tarikati në Kërçovë. Teqeja e dytë Halveti-Hajati në Kërçovë është themeluar nga ana e Çullu Babës. Teqenë e tretë të këtij tarikati e ka themeluar Shejh Abdu’l-Kerimi. Përveç teqeve brenda në Kërçovë një teqe halveti-hajati ka patur edhe në fshatin Zajas, themelues i së cilës është Shejh Selimi. Kjo teqe më vonë është shndërruar në xhami, por në oborrin e saj janë tyrbet e Shejh Selimit dhe Shejh Mustafait. 

    Halifeja i Shejh Osmanit të Ohrit, Abdi Baba, në Mëhallën e Epërme të Shtipit ka ndërtuar një teqe halveti-hajati. Dervishët e kësaj teqeje e kanë përhapur Tarikatin Halveti edhe në qytetet dhe fshatrat tjera të Maqedonisë Lindore.

    Dhikri dhe ritualet e Tarikatit Halveti-Hajati janë pothuajse të njëjta me ato të degëve të tjera të këtij tarikati.

    Teqeja Halveti Hajati në njohur ka qenë vend ku është sendërtuar edukimi i unit njerëzor. Përveç kësaj ajo në mënyrë të drejtpërdrejtë ose tërthorazi  është inkuadruar në të gjitha fushat e jetës shoqërore dhe me metodat e posaçme  i ka sistematizuar aktivitetet e ndryshme të shoqërisë. Si rrjedhim ka qenë një vend ku përveç qetësisë shpirtërore janë plotësuar edhe shumë nevoja materiale të popullatës.

    Teqeja Halveti -hajati, si vende ku janë bashkuar shumë institucione shoqërore, në relacionet e saj me popullatën kanë vepruar si konak, spital, qendër specializimi, qendër arti, vend qetësimi, vend pikniku, strehimore për pleqtë etj.

    Nnjë herë ose dy herë në javë janë mbajtur ligjërata për popullatën. Tradita të këtilla vazhdojnë edhe sot e kësaj dite në disa prej teqeve.

    Pranë ose brenda teqes ka pasur kuzhinë (imaret) ku janë ushqyer të varfërit, endacakët, pleqtë, skamnorët. Ky aktivitet i teqes ka ndikuar në rritjen e simpatisë ndaj saj në qytetin e Ohrit dhe më gjerë.

    Herë pas here shejhët e teqes Halveti Hajati e  kanë përdorur afërsinë e tyre me administruesit shtetërorë dhe kanë ndikuar në përmirësimin e gjendjes së popullatës në mjedise të caktuara.

    Njerëzit të cilët kanë përjetuar tronditje psikike ose kanë qenë të sëmurë prej sëmundjeve psikosomatike kanë gjetur prehje në këtë teqe.

    Teqeja Halveti hajati si edhe shumë teqe të tjera, gjithashtu kanë shërbyer edhe si qendra ku janë mësuar zeje të ndryshme. Janë të njohura shoqatat mistike-zejtare të ahijve në sistematizimin e zejeve dhe përgatitjen e mjeshtërve të rinj.

    Shejhët dhe dervishët e kësaj teqeje kanë shkruar poezi në të cilat i kanë prezentuar nevojat dhe vuajtjet e popullatës, kanë shkruar poezi klasike për dashurinë hyjnore, për ritualet dhe rregullat e tarikateve të veçanta etj., dhe në këtë mënyrë kanë krijuar një letërsi të teqesë me vlera të larta artistike.

    SHTOJCË:

    FOTOGRAFITË

    1. Pamje e TeqesëqendroreHalvetëHajatinëOhër
    2. Teqeja qendrore Halveti Hajati në Ohër
    • Minareja e Teqesë qendrore Halveti Hajati në Ohër

    4.         Tyrbeja e Teqesë qendore Halveti Hajati në Ohër

    5. Pjesa e brendshme e tyrbes në Teqenë qendrore Halveti Hajati në Ohër

    6. Pamje nga brendia e teqesë.

    7.         Shadërvani i Teqesë qendrore Halveti Hajati në Ohër. 

    ABSTRAKT

    Islami si një lëvizje e gjerë teologjike, ideore, qytetëruese, kulturore dhe si mënyrë e jetës, ka pasur nevojë t’u përgjigjet një numri të konsiderueshëm të pyetjeve ekzistenciale dhe të ndërtojë institucione dhe organizma të cilët në mënyrë pragmatike do t’i zbërthejnë nevojat e individit dhe të shoqërisë. Një pjesë e institucioneve të nevojshme për mënyrën e jetës dhe botëkuptimin islamik janë të themeluara në kohën e Pejgamberit a.s., pjesa tjetër në periudhën e katër halifeve të drejtë, ndërsa pjesa tjetër është sendërtuar në periudhat e mëvonshme. Nëse parashtrohet pyetja se si ka mundësi që të jetësohet Islami ose feja në sistemin e ri botëror, atëherë njëra prej çështjeve që duhet diskutuar në përgjigjen ndaj kësaj pyetjeje është edhe botëkuptimi sufik, gjegjësisht mistik dhe vendi i praktikës dhe përvojës mistike në jetën e njeriut të sotshëm. Pikërisht për këtë Islami, edhe në mesin e shqiptarëve,  duhet të diskutohet si një tërësi shpir-tërore-materiale e cila mund të sendërtohet vetëm nëpërmjet karakteristikave thelbësore të këtyre dy elementeve përbërëse dhe disiplinave të cilat janë të prezentuara si vazhdimësi e tyre. 

    Tarikati Halveti është ndër tarikatet kryesore të kulturës muslimane që thelbësisht është i pranishëm edhe në trojet shqiptare. Teqja halveti –hajati e Ohrit është qendër/asitane e kësaj dege të tarikatit halveti dhe gjindet në trojet shqiptare. Ky studim e ka për qëllim analizën e përmasës historike të kësaj teqje dhe ndikimeve të saj përreth si dhe mundësinë ekrijimit të një paraqigme për ardhmërinë e fesë, kulturës dhe bashkëjetesës në trojet tona.

    Fjalët kyçe: Tarikat, halveti, hajati, përshpirtshmëri, përbotshmëri.


    [1]           Robert  Elsie, “ Islam and the Dervish Sects of Albania: An introduction to their historz, development and current situation”, The Islamic Quarterly, XVLII (1998), nr. 4, f.275.

    [2]           Evliya Çelebi, Seyahatname, Istanbul 1928, VIII, 693; gjithashtu, Machiel Kiel, Ottoman Architectures in Albania 1385-1912, Istanbul 1410/1990, f49

    [3]           Kiel, Ottoman Architecture inAlbania, f.51

    [4]           Kiel, po aty, f.52

    [5]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 694; Kiel, po aty, f.49.

    [6]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 721; Kiel, Ottoman Architecture in Albania, f.109. Në disa burime thuhet që teqeja  e ndërtuar nga ana e Sinanuddin Jusuf Pashes ka qenë teqe xhelvetijje, mirëpo pasi xhelvetijjeja në atë periudhë ende nuk ka qenë e paraqitur , kjo informatë nuk mund të jetë  evërtetë.

    [7]           Jusuf b. Jakub, Menakib-i sherif ve tarikatname-i piran, 1290, f.63; Mahmud Cemaluddin Hulvi, Lemezat-i hulvijje ez lemeat-i ulvijje, Bibl. Sulejmanijje, Halet efendi, nr. 281, fl. 228b-229a.

    [8]           Peter Bartl, Milli Bagimsizlik Hareketi Esnasinda Arnavutluk Muslumanlari 1878-1912 (përkth. në turq. Ali Taner), Istanbul 1998, f.191; gjithashtu, Rizai Skender, “Delvine”, DIA, IX, 147.

    [9]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 706; Kiel, po aty, f.267, 273; po i njëjti autor, “Avlonya” DIA, IV, 118-119.

    [10]          Evlija Çelebi, po aty, VIII, 706-708.

    [11]          Elsie, f.275. Evlija çelebiu thotë se në Delvinë ka tre teqe, por nuk e thekson se cilit tarikat i takojnë. Por pasi Delvina në shekullin e XVII ka qenë prej qendrave të halvetijjes mund të konstatohet se ata kanë qenë halvetijje.

    [12]          Metin Izeti, XVIII. Ve XIX. Yuzyilda balkanlarda Tasavvuf Akimlari, Istanbul 2003, f.186-188.

    [13]          Izeti, po aty,f.188.

    [14]          Elsie, f.270.

    [15]          Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 677.

    [16]          Kiel, Ottoman Architecture in Albania, f.199

    [17]          Elsie, f.270.