Category: 2015

  • METIN IZETI: BALKAN ŞEHİRLERİN OSMANLI VE TASAVVUF PARADIGMASI

    ÖZET

    Türk-İslâm tarihinin büyük bir zaman dilimini oluşturan Osmanlı devletinin teşekkülünde ve gelişiminde önemli rolü olan tasavvuf, sadece dinî alanla alâkalı bir olgu olarak kalmamış, fikir, felsefe, mimarî, şiir ve mûsîkî, şehirlerin kuruluşu, başta olmak üzere bütün ilim ve güzel sanatlara uzanarak ilmî ve sosyal hayatla ilgili yönlendirmeler yapan bir düşünme ve yaşama tarzı olmuştur.

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır.Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır[1], çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    Balkanlar’da osmanlı şehiri tüm bu karakteristikleri içinde barındırmaktadır.

    Osmanlı döneminde Balkanlar’da şehirlerin kuruluşunda iki önemli husus göze çarpmaktadır:

    1. Sivil toplum örgütü olarak tekkelerin kurulmasıyla atılan ilk şehirleşme tohumları ve

    2. Devlet idaresinin yerleşmesiyle kurulan diğer dinî ve dünyevî yapılar: mescid, cami, hamam, imâret, bezistan, vs.

    Anahtar kelımeler: Osmanlı, Balkanlar, şehir, sufi paradigması.

    Kaynağını Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan alıp Müslümanın gönül dünyasında manevî gelişmeyi hedefleyen İslâm tasavvufu kültürel zenginliğimizin önemli kaynaklarından biridir. Başlangıçta Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Şeyh Edebâli… gibi büyük sûfîlerin şahsiyetinde temsil edilmiş Türk tasavvuf düşüncesi daha sonraları gerek ortaya çıkan türlü akımları ve gerekse yetiştirdiği mütefekkir-mutasavvıflar açısından son derece zengin bir konuma sahiptir.

    Türk-İslâm tarihinin büyük bir zaman dilimini oluşturan Osmanlı devletinin teşekkülünde ve gelişiminde önemli rolü olan tasavvuf, sadece dinî alanla alâkalı bir olgu olarak kalmamış, fikir, felsefe, mimarî, şiir ve mûsîkî, şehirlerin kuruluşu, başta olmak üzere bütün ilim ve güzel sanatlara uzanarak ilmî ve sosyal hayatla ilgili yönlendirmeler yapan bir düşünme ve yaşama tarzı olmuştur.

    Osmanlı öncesi Balkanalar…

    Balkan yarımadasının doğal ve coğrafî şartları nedeniyle yarımadada barınan devlet ve milletler Anadolu ve Orta Doğu ile bir taraftan, batıdaki devlet ve milletlerle diğer taraftan irtibatta olmuşlardır. Batıyı doğuya bağlayan en kısa karayolu Balkan yarımadasından geçer, Akdeniz’i de Orta Avrupa ülkeleriyle (Avusturya, Macaristan, Çekistan, Polonya) bağlayan denizyolu Adriyatik denizinden geçmektedir. Yapılan arkeolojik araştırmalar, Balkanlar ile Anadolu arasındaki kültür ve ticarî ilişkilerin çok eski devirlere dayandığını söylemektedir. Ortaya çıkan malzemeler bu ilişkinin 4-5 bin yıl öncesine kadar gittiğini göstermektedir.[2]

    Milâttan önce 6.-5. asırlardan itibaren ise Akdeniz’den Adriyatik vasıtasıyla Orta Avrupa ülkelerine giden denizyolu önemli ölçüde ağırlık kazanmıştır. Akdeniz’den Venedik’e giden denizyolunda tâcirlerin ve yolcuların devamlı uğradığı iki liman vardı. Biri Dubrovnik limanı ki onun vasıtasıyla Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan ve Bosna Akdeniz ülkeleriyle ticarî ilişkilerini devam ettirmişlerdir. İkincisi de Arnavutluk’taki Durazzio (Dıraç) limanıdır. Durrazzio limanı Arnavut bölgelerini (Arnavutluk, Kosova, Çameria, Makedonya’nın bir bölümü) Akdeniz ülkeleriyle bağlamıştır. Zikredilen iki güzergâhın dışında bir de Ege denizin, Selanik limanından Vardar nehriyle Manastır ve Üsküp’ten geçerek batıya giden yol da doğudan batıya intikal eden kültür etkileşimde etkili olmuştur.

    Zikredilen bütün bu nedenlerden dolayı Balkan ülkeleri çeşitli kültürlerin karışımı ile oluşmuştur. Doğuda Sâsânî devletinden gelen tâcirler, batıda Roma İmparatorluğundan gelen tâcirlerle Selanik’te karşılaşıyor, mallarını değiştiriyorlardı. Dünyanın değişik bölgelerinden gelen tâcirler yanlarında muhtelif zanaatçıları da getirmekteydiler ve bunların birçoğu da gittikleri yerlerde yerleşip kalıyordu. Aynı zamanda, batıdan gelen Roma kültürü ile doğuda Büyük İskender’in fetihlerinde karşılaştığı Hint, Sâsânî, Mezopotamya ve Anadolu kültürü Balkanlarda bir araya geldi. Bu kültür karışımının belirtileri Osmanlı öncesi Balkanlardaki kilise stillerinde, kiliselerin içindeki ikonoğrafyada, arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkan çeşitli süslü ev eşyalarında açıkça görülmektedir.[3] Bunun en belirgin misali Manastır şehrinin yanında arkeolojik kazılar sonucu ortaya çıkan eski Stobi şehridir. Stobi şehrinin amfisi eski Roma stilinde yapılırken, her kapının önünde taştan yapılmış Mezopotamya simgelerini taşıyan ikişer aslan yer almaktadır.[4]

    Balkan yarımadasında yaşayan milletlerin genel anlamda İslâm diniyle tanışmaları ve bazılarının büyük ölçüde İslâm’ı kabul etmeleri Osmanlıların bu bölgelere gelmesiyle olmuştur, daha doğrusu XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren. Ancak Balkan yarımadasının ilk sakinleri İlirler ve V. asırdan başlayarak bölgeye yerleşen güney Slavlar, İslâm diniyle daha önceden de tanışmışlardır.[5] Slavlar’da İslâm dininin ilk izlerine Slavların henüz Balkan yarımadasına yerleşmeden önce, daha doğrusu Slavların henüz Hıristiyanlığı kabul etmeden, eski çoktanrı inançları döneminde rastlanmaktadır.[6] Eğer bu iddia doğru ise o zaman Hıristiyanlığın Balkan sakinleri arasında ortaya çıkışı İslâm’dan önce değildir. Balkan yarımadasına yerleşen birçok Slav kabilesi henüz Hıristiyanlığı kabul etmiş değildi, ancak Bizans’ın resmî dini haline gelmiş olan Hıristiyanlık güçlü ve geleneksel Bizans devlet kültürünün desteğiyle yeni yerleşen milletlere harp meydanında savaşı kaybetmiş olsa bile kültür ve medeniyet açısından galip gelmişti. Fakat Hıristiyanlığı kabul etmiş olsalar bile, din şemsiyesi altında yapılan birçok haksızlığa dayanamayıp birçok defa İlirlerin ve Slavların Müslüman Araplarla ittifaka girip Bizans’a karşı savaştıklarını tarihî vesikalar söylemektedir.

    Binlerce Slav ve İlir asıllı Bizans askeri Arapların tarafına geçmiştir.840-841 yılında Adriyatik sahiline yapılan Müslüman akınları sonucu, sahilde bulunan bazı şehir-devletler Bizans egemenliğinden kurtulmuştur. Güney Slav tarihinin en eski kaynaklarından biri olan Pop Dukljanin’in Salnâme’sinde (Ljetopis) şöyle denilmektedir:

    “O zamanlar Sicilya’dan birçok Arap (Saracen) gemisi göründü. Sahil şehirlerinin tamamını yıktılar.Latinler ise kaçarak Slavların kaldıkları tepelere yerleştiler.Daha sonraları Slavlar Latinlerin şehirlerine dönüp onları köleleştirdiler.”

    İtalya’nın güneyine ve Sicilya’ya yerleşmiş olan Müslümanlar -tâcirler, zanaatçılar, sûfîler- değişik vesilelerle Dalmaçya’nın sahil şehirlerine gelip yerleşmişlerdir. Trogir şehrinde IX.veya X. asırda kilise kapısı önünde yapılmış “sırtında yük taşıyan Müslüman” heykeli bu ilişkinin var olduğunu söylemektedir. Endülüs’te Emevî devleti kurulduğunda askerlerin arasında birçok İlir ve Slav asıllı genç halîfenin ve yöneticilerin özel koruma görevinde bulunmuştur.[7]

    Balkan yarımadası sakinleri ile Müslümanlar arasında ticarî ilişkiler de olmuştur.Adriyatik sahilinde Dubrovnik ve Durrazzio limanının bu konuda epeyce yardımcı olduğunu daha önce söylemiştik. Ticarî ilişkinin ileri boyutlarda olduğunu Bosna-Hersek’in, Arnavutluk’un ve Sırbistan’ın iç kesimindeki şehirlerinde bulunan ve VIII. ve IX. asra ait olan bazı madenî paralar da göstermektedir.[8]

    Hıristiyanlığı kabul etmiş Balkan milletleri arasında İslâm dinini yaymaya çalışan kişilerin ve kitapların da olduğu, Papa Nicolae tarafından I. Bulgar kralı Boris Han’a gönderilmiş olan cevap niteliğindeki mektuptan anlaşılmaktadır. Mektupta şöyle denilmektedir:

    “Siz milletinizin arasında Arapların dağıtmış oldukları dinsizlerin kitaplarıyla ne yapılmalı, diye soruyorsunuz. Onları yok etmek gerekir, çünkü Korintlilere gönderilen mektupta şöyle yazılıdır: “Kötü konuşmalar sağlıklı düşünceyi yıkar.” Zararlı ve dine karşı olduklarından onları ateşe atın.”[9]

    İki ünlü Hıristiyan misyoneri olan Kiril ve Metodi’nin (IX. asır) tartışmalarını içeren Jitye isimli kitapta, onların birçok Müslüman âlimle yapmış oldukları tartışmalara yer verilmiştir.

    Omiş[10] tarihinden bahseden Cronica di Slavonia  kitabında, kiliselerdeki ikonoğrafyaya ve Hz. Îsâ’nın ilâh olduğuna karşı çıkıp, kiliseleri yıkmaya kalkışan gençlerden, özellikle Kaçiç kardeşlerden bahsedilmektedir. Ünlü klasik Hırvat tarihçi Lukareviç diyor ki, “Onlar (Kaçiç kardeşler) Muhammed’in dinine bulaşmıştı.”[11]

    Fakat buna rağmen Balkan yarımadasına yerleşen ilk Müslüman ahali Araplar değil Türklerdir. Balkan yarımadasının ilk Müslüman sakinleri Selanik vilâyetine bağlı Vardar ovasına yerleşen Türk boylarıdır.[12] XI. asrın yarısından itibaren Balkanlara Peçenekler, Kumanlar, Kıpçaklar yerleşmeye başlamıştır. 1050-1100 yılları arasında yazılmış olan Sırp, Bulgar kronikleri Türk boylarına karşı şiddetli kin ve nefret ifadeleri kullanmaktadırlar.[13]

    Türk boylarının gelmesiyle Balkan yarımadasının beşerî coğrafyasında, özellikle Niş’ten kuzeye doğru Tuna nehrine kadar, değişmeler olmuştur. XI. ve XII. asırların seyahatnâme yazarları, bu bölgelerde “sünnet olmuş”, yerli halkla çok iyi uyum sağlayan, çadırlarda yaşayan boyların yerleştiğini söylemektedirler.[14]

    Yılmaz Öztuna ise bu realiteyi şöyle ifade etmektedir:

    “… Sonra Balkanlara, Karadeniz’in kuzeyinden, Oğuzlar, Peçenekler, Kumanlar, Kıpçaklar geldi… Bu Türk kavimleri yarımadayı yıldırım gibi istilâ ettiler.Pek çok kültür unsuru bırakarak eriyip gittiler.Balkanlardaki sayısız ailenin Türk asıllı olduğu, soyadlarından bugün de anlaşılır. Türkçe binlerce coğrafya ismi bugün de Balkanlara hâkimdir… Balkan milletleri mûsîkîlerini, Türk mûsîkîsinden almışlardır… Türk mûsîkîsi makamları, usûlleri, bütün Balkan milletlerinde ve Macarlarda görülür. Balkan dilleri, Türkçe kelimelerle doludur…”[15]

    Nihayet son devrede Osmanlı Türklerinin faaliyetleri söz konusudur. Osmanlılar ağır ama kararlı adımlarla ilerleyecek ve burayı “Rumeli” yaparak Devlet-i Âliyye’nin ayrılmaz bir parçası haline getirecektir.

    Osmanlı şehiri ve sufi paradigması…

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır.Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır[16], çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    Balkanlar’da osmanlı şehiri tüm bu karakteristikleri içinde barındırmaktadır.  Kur’an insanı, ilahi hilkatın içerisinde kemalin ve güzelliğin birinci derecedeki örneği olarak tarıf etmekte, o aynı zamanda kendisinde maneviyatı ve maddiyati barındırabilen, mıkrokozmik ve makrokozmik eşkalın yoğunluk kazandığı obje, melekut ile şehadet alemini birbirine yaklaştıran bir varlıktır. Balkanlarda osmanlı şehiri, cami, tekke, hamam, kervansarayı ile budur.

    İnsanın ruhani ve fiziki şahsiyeti Yaratıcı Kuvvet tarafından gelen hediyelerin yetkin bir şekilde kabul edicisididr. Biz insanı Allahın  hiçten yaratmış olduğu bir varlık veya fuyuzat sonucu şehadet mertebesine inen bir zillullah olarak mı göreceğiz hiç önemli değil, o  her açıdan  Yaratıcı Kuvvetin kendi varlığını  alem-i şehadete indirdiği ve esmâ ile sıfatını temsil ettirdiği karakterdir. İnsan karakteri ezelî ve ebedî olan nefha-i ilahiyyenin evrensel kabul edicisi olarak Allahu Tealanın doksan dokuz güzel isminin şehadet ve jografik anlamda  objektifleşmesini sergilemektedir. Bundan dolayıdır ki tasavvuf literatüründe insan ilahi tecellilerin tezahür ettiği bir mekan olarak görünmüştür. İçinde bu vasıfları barındıran insan, epıstemolojik ve ontolojik yönden varlık cetvelinin varlıksal ve bilimsel kademelerini aşarak , Kainat kitabını (Lıber mundı) ve Vahyı (Liber revelatus) takip ederek kemal mertebelerine (scala perfectıonıs) ulaşır. İşte tasavvufun ortaya koymaya çalıştığı kemal insan tipi budur.

    Bu kavram değişik kademe ve kapsamlarda ele alınabilir, ancak hepsinde de bu mukayese önemini korumaktadır. İnsan-ı kamil  kendisinde Yedullah’ın bolca hibe ettiği hediyeleri kabul eden kamil bir fizikî ve manevî kabul edicisi olarak sufî antropolojisinde her zaman şahsiyetinde temsil edilen tecelliyât-ı ilâhiyye ile ön planda tutulmuştur. Bu tecelliyat sayesinde La teayyun mertebesine sahib olan Ruh-i ilâhî melekutî yönünü korutmakta ve insan karakterindeki yetkinlik sayesinde bu boyutun şehadet yansımasını sergilemektedir.[17]

    Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.

    İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur.

    Manevi ve dini otoritenin doğru dürüst oturmamış, maddî organizmaların da genellikle baskı ve zorbalığa dayandığı, Roma imparatorluğu ve Sırp krallığından devamlı işkence gören arnavut toplumu, boş ve tenha yerlere [18] yerleşen gezginci dervişlerin sundukları sistemi büyük ölçüde tercih etmişlerdir. Osmanlılar bu bölgelere yerleşmeden önce seyyah dervişler gelip bir taraftan İslam’ı anlatmış diğer taraftan da adaletsizlik pençesi altında yaşayan topluluklara alışkın olmadıkları alternatif bir hoşgörü anlayışı sunmuşlardır, yani askeri fetih olmadan önce bir anlamda gönül fethi olmuştur. Osmanlı buraya geldiğinde yerli halk psikolojik olarak bu fethe hazır hale getirilmiştir.[19]

    İslam adına gönülleri fetheden dervişlerin oynadıkları rolün önemini günümüzde dahi yol kavşaklarında bulunan tekkelerin varlığı ile açıklamak mümkündür.[20]

    Balkanlar’da İslâmiyet’in ilk tohumlarının tarîkatlar tarafından atılması, tasavvuf anlayışındaki derin insan sevgisi, yüksek hoşgörü ve karşılıksız hizmeti esas almalarından dolayıdır. Bu davranış siyâsî ve ideolojik depremler yaşayan halkın dikkatini çekmiştir. Genelde bütün tasavvuf akımları, ilkeleri itibariyle çok geniş ufuklu, insana sevgi ve saygıyı temel esas olarak almaktadırlar. Bu özellik ve tavırlar müslümanlarla hıristiyanlar arasında sevgi ve kaynaşma zemininin kurulmasında etkili olmuştur.[21]

    Tekkelerin iktisadî ve sosyal alandaki faaliyetlerinde din, dil, ırk farkı gözetmemeleri halk tarafından epeyce rağbet görmelerine vesîle olmuştur. Dervişler, hangi dinin mensubu olursa olsun halkla karışıp kaynaşarak halk kitlelerini yönlendirmede önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Dervişlerin boş topraklarda kurdukları tekke ve zâviyelerin etrafında zamanla köyler oluşarak, buraları birer din, kültür ve sanat merkezleri haline gelmiştir. Genellikle bu tekke ve zâviyeler etrafında oluşan yerleşim birimleri kurucu dervişlerin adlarıyla veya Şeyhler Köyü[22], Dervişler Köyü[23], Tekke Mahallesi[24], Dedeköy[25] gibi isimlerle anılmaktadır. Bu bölgelerle ilgili bir nevi nüfus ve arazî istatistik defterleri olan tahrir defterlerinin verdiği bilgilere göre köylerde müslüman halkın yanı sıra gayrı müslimlerin de yerleşmesi ve zâviyelerdeki pek çok müridin Abdullah oğlu şeklinde kaydedilmiş olmasından dervişlerin arasında hıristiyanların da müslüman olarak müritler arasında yer aldığını göstermektedir.[26]

    Faâliyetlerine bakıldığında bu şeyh ve dervişler sâdece derviş kimliği taşıyan din adamları değil, aynı zamanda toprağı işleyen, köy kuran, sanat ve ilim yapan şahıslar olarak da önümüze çıkmaktadırlar. Tekke ve zâviyelerin bu dönemlerdeki temel fonksiyonu boş topraklara yerleşip, ekip biçmek suretiyle buraları şenlendirmek, mamur etmek ve alınteriyle elde ettikleri bu mahsülü  etrafındakilere dağıtmaktı. Böylece sevgi, şefkat ve saygıdan mahrum kalan geniş halk kitlelerine Allah sevgisisine dayalı bir insan sevgisi ile insanların kalbini İslâma ve tasavvuf düşüncesine ısındırmaya çalışmışlardır.

    Dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.

    Tekkeler ve şehirlerin kuruluşu…

    Yeryüzünde şehirler eski medeniyetler kadar eskidir. Bu sebeple eski İlir ve Pelazg medeniyetlerinin yerleşim yeri olan Balkanlarda o dönemlerin şehir kalıntılarına tesadüf edilmektedir.[27]Balkanlara değişik vesilelerle milâttan sonraki ilk asırlardan itibaren yerleşmeye başlayan Türkler de tarihte medeniyet kuran ve eski çağlardan beri şehir hayatı yaşayan milletlerden birisidir.Nitekim, Türklerin tarih sahnesine çıktıkları coğrafyalarda yapılan arkeoloji araştırmalarında elde edilen kalıntılar bu iddiayı doğrulamaktadır.[28]

    Malazgirt savaşından sonra Türklerin kitleler halinde Anadolu’yu vatan tutmak maksadıyla gelmelerinden sonra yeni girdikleri İslâm dininin tesiriyle zenginleştirdikleri şehir hayatını ve kültürünü Anadolu’ya ve daha sonraları Osmanlı devleti vasıtasıyla Balkanlara da taşımışlardır.Ayrıca Türkler Balkanlarda karşılaştıkları yerel mirası da ihmal etmemişlerdir. Bu sûretle Osmanlı’nın meydana getirdiği kültür ve medeniyet, daha önceki Türk kültür ve medeniyetlerinin, dünyanın en zengin kültürlerinin kaynaştığı topraklar üzerinde, yani Balkanlarda, yeniden dünya çapında bir değerlendirilmesidir.[29]

    Bilindiği üzere Osmanlı devletinin gelişme sahası hep batıya doğru olmuştur. Bizans’ın müttefiki olarak Rumeli’ye ayak basmalarından itibaren sistemli bir iskân politikası yürütmeye başlayan Osmanlılar, fetihlerin genişlemesine paralel olarak tarikat şeyhleri ve dervişleri, tüccarları ve sanat erbâbını kasaba ve köylere yerleştirerek, o kasaba ve köylerin fizikî yapısını değiştirmiş ve o zamana kadar iskân edilmemiş olan yerlerde yeni yerleşim birimleri kurmuşlardır.[30]

    Osmanlı döneminde çalıştığımız bölgelerde şehirleşme ve şehir halkı hakkında oldukça az inceleme yapılmıştır.[31]Fakat şu bir gerçektir ki Bosna-Hersek, Kosova, Makedonya ve Arnavutluk’ta günümüzde bile birçok şehir Osmanlı-Türk şehir tipinin simgelerini taşımaktadır.Bu bölgelerde eski şehirlerin yeni ruh kazanmasında ve yeni şehirlerin kurulmasında tekkelerin, zâviyelerin ve orada barınan şeyh ve dervişlerin önemli ölçüde pay sahibi oldukları Ömer Lütfi Barkan tarafından arşiv belgelerine dayanarak ortaya konulmuştur.[32]

    Balkanlarda ulaşım bakımından ve ticaret için müsait olan, verimli arazilerde kurulan zâviyeler etrafında aileler ve aşiretler yerleşmiş veya yerleştirilmiş ve yeni köyler ile şehirler oluşmaya başlamıştır. İnceliğin, kibarlığın, zarafetin, nezaketin, insan sevgisinin, çalışmanın, hikmetin, sanatın merkezi olarak faaliyet gösteren bu zâviyeler dini, rengi, düşüncesi, ırkı ne olursa olsun, insan denilen varlığı lâyıkıyla sevmek, hakkına saygı göstermek, hata ve kusurlarını hoşgörmek anlayışıyla insanın insanlara karşı olan sevgi bağının en belirgin şeklini temsil etmişlerdir. Tekkelerin uyguladığı bu yöntem sayesinde, birbirinden farklı toplumsal statülere sahip olan topluluklar tekkelerin etrafında toplanmıştır.[33]

    Osmanlı döneminde Balkanlar’da şehirlerin kuruluşunda iki önemli husus göze çarpmaktadır:

    1. Sivil toplum örgütü olarak tekkelerin kurulmasıyla atılan ilk şehirleşme tohumları ve

    2. Devlet idaresinin yerleşmesiyle kurulan diğer dinî ve dünyevî yapılar: mescid, cami, hamam, imâret, bezistan, vs.

    Bu bölgelerde Osmanlı döneminde kurulan veya merkez haline gelen şehirlerde birinci husus genelde önde gelmiş daha sonraları ise ikinci hususta belirtilen yapılar başgöstermeye başlamıştır. Meselâ: Saraybosna, Üsküp, Kalkandelen, İlbasan, Yeni Pazar bunun en iyi örnekleridir.[34]

    1455 yılının sayımına göre Trgovişte (Pazaryeri) ismini taşıyan Saraybosna’nın 59 hanesi vardı.[35]Daha önce de bahsettiğimiz gibi Saraybosna Ali Paşa Camii’nin hazîresinde XV.yüzyılın ikinci yarısına ait olan Aynî ve Şemsî Dede’nin mezar taşları vardır. Bu mezar taşları Bosna-Hersek’te gün ışığına çıkan en eski vesikalardır.[36]Mezar taşları XV.yüzyılın ikinci yarısına yani şehrin sadece 59 haneden ibaret olduğu döneme aittir. Bu iki mezar taşının mevcudiyeti Saraybosna’daki bir zâviyenin bu dönemdeki faaliyetini göstermektedir.Saraybosna’nın merkez bir şehir haline dönüşmesinde XV. yüzyılda kurulan zâviyelerin önemli rolü olduğunu anlatan ikinci bir belge İshâkoğlu Îsâ Bey’in vakfiyesidir. Bu vakfiye Saraybosna’da kurulan Türk-İslâm mimarî eserleri hakkında en eski belgedir.[37]Vakfiyede Îsâ Bey’in Saray ovasında üç oda, bir ahır, bir avludan oluşan bir zâviye kurduğu ifade edilmektedir. Vakfiyede yer alan ifadelere göre zâviye fakirler, talebeler, seyyidler, gâziler ve yolculara barınak olarak hizmet etmek için kurulmuştur.[38]

    Zikredilen zâviyeler etrafında daha sonraları Bosna eyaletinin merkezi olan Saraybosna şehri ortaya çıkmıştır.

    Başka bir örnek Saraybosna ile Vişegrad şehirleri arasında kurulan Rogatiça kasabasıdır. Eski ismi Vraçe olan bu yerleşim yeri Osmanlıların gelişiyle Îsâ Bey’in oğlu Mehmed Çelebi’nin isminden hareketle Çelebi Pazarı ismini almıştır. 1489 yılında Mehmed Bey’in zeâmeti olan Rogatiça’nın 86 hanesi vardı. 86 haneden sadece iki tanesi Müslümandı.[39] Bu bilgilerin verildiği defterde ilginç bir not yer almaktadır: “Mezbûr Rogatiça pazarında Derviş Muslihuddîn nâm kimesne zâviye bünyân idüp mütemekkin olup merhûm Îsâ Bey oğlu Mehmed Çelebi’den Srednji Luşnik nâm tarla verilmiş ki beş dönüm mikdâr yerdir, şimdiki hâlde tasarrufunda, âdet üzere öşür verir. Hâsıl 50.”[40]

    Eğer zâviyenin kuruluş tarihine bakılırsa Rogatiça’da 86 haneden sadece iki tanesi Müslümandı.Bu dönemlerde kurulan zâviye mutlaka Rogatiça şehrinin İslâmlaşması ve şehir haline dönüşmesinde önemli ölçüde etkili olmuştur.

    Bosna nehrinin kıyısında Saraybosna’dan 30 km uzaklıkta bulunan Visoko şehrinin ilk çekirdeği zâviyenin kurulmasıyla atılmıştır.Bosna Sancakbeyi olan Ayas Bey XV.yüzyılda ilk dinî müessese olarak burada bir tekke inşa etmiştir. Önceden Hıristiyan olup sonradan İslâm’ı kabul eden Ayas Bey 1470-1475 ve 1483 yıllarında üç defa Bosna Sancakbeyi görevinde bulunmuştur. 1477 yılının vakfiyesine göre o Saraybosna’da bir cami ve hamam, Visoko’da da bir hamam inşa etmiştir.[41]Bu tarihten sonra Ayas Bey Visoko’da bir tekkede inşa ettirmiştir. 1489 yılının sayımında şöyle denilmektedir: “Nefs-i bazarda merhûm Ayas Paşa’nın tekkesine vakfolunmuş bir tarla ve bir bostan vardır.”[42]Bu sayıma göre Visoko kasabası altı mahallede bulunan 221 haneden ve 33 evlenmemiş erkekten oluşmaktaydı. 221 haneden 10 tanesi Müslüman, kalan 211’i Hıristiyandı, Müslümanların çoğu Hıristiyan iken İslâm’ı kabul edenlerdendir, çünkü defterde baba isimleri Hıristiyan olarak geçer.[43]

    Ayas Bey’in Visoko’da inşa ettirdiği tekke ise bu sayımdan önce olduğuna göre tekkenin yerli ahali tarafından İslâm’ın kabul edilmesinde ve yeni Müslüman mahallelerin kurulmasında etkili olduğu söylenebilir.

    Zvornik (İzvornik) Srebrenica yol güzergâhında Orloviç köyünde XVI. yüzyılda kurulan Hamzavî tekkesi de bu köyün büyüyüp, yolcuların uğradığı önemli bir merkez haline gelmesinde oldukça etkili olmuştur.[44]

    Zvornik şehrinde Zvornik Sancakbeyi Bahşî Bey XVI. yüzyılda bir zâviye kurmuş ve daha sonraları zâviyenin etrafında pazar, imâret, misafirhane inşa edilmiştir. Zvornik şehrine gelen yolcu, talebe, fakir mutlaka zâviyeye uğrar, karnını doyurur, konaklar ve uğurlanırken eğer ihtiyacı varsa yol harçlığı da verilirdi. Zâviye ve etraftaki binaların yıllık masrafları 1800 akçeydi.[45]

    Banya Luka’dan Travnik’e giden yolda bulunan Skender Vakuf kasabası XVII.yüzyılın ikinci yarısında Ali Dede İskender’in kurmuş olduğu zâviyenin etrafında oluşmuştur. 1663 yılında Bosna sancağının merkezi Saraybosna’dan Banya Luka’ya taşındığında bu yol önem kazanmış ve bundan dolayı Ali Dede İskender bugün Skender Vakuf kasabasının bulunduğu yerde, yolcuların konaklayabileceği bir zâviye kurmuştur.İzvornik arşivinde bulunan bir belgede Ali Dede’nin 1078/1667-68 yıllarında zâviyeyi kurduğu ifade edilmektedir.[46]

    Osmanlıların Balkanlara geldiği ilk iki yüzyılda, tekke ve zâviyeler bazı şehirlerin kuruluşunda pay sahibi olduğu gibi, XVII.ve XVIII. yüzyıllarda da belirli şehirlerin merkez haline dönüşmesine yardımcı olmuşlardır.

    XVIII. yüzyıla kadar genelde silâh ustalarının ve az sayıda nüfusun yaşadığı Tetova (Kalkandelen) şehri[47] Harâbâtî Baba Tetova’daki Bektaşî tekkesine postnişin olmasından ve şehrin yöneticisi olan Koca Receb Bey’in tekkeye yardımcı binalar ekleyerek bir külliye haline getirmesinden sonra etraftaki şehirleri (Kırçova, Gostivar) de etkisi altına alacak bir merkez haline dönüşmüştür.[48]

    İştip, Ohri, Ustruga’da bulunan tekkeler de, XVIII.ve XIX. yüzyılda şeyhleri sayesinde etraftaki şehirleri etkisi altına alan şehirlerdendir.[49]


    [1]           Nicholson ve dığer bazı batılı tasavvuf tarihçileri tasavvuftaki insan-ı kamil anlayışını mitolojik bir gelenek olarak görmektedirler. Bkz. Nicholson, Reynold, “ Rumi: Pesnik i Mistik”, Sufizam, Beograd trz., s. 169.

    [2]           Ternava, Muhamet, Studime Per Mesjeten, İpek 2000, s. 81.

    [3]           Dragojloviç, Dragoljub, Bogomilstvo na Balkanu i u Maloj Aziji i Bogomilski Rodonaçelnici, Beograd 1974, s. 9.

    [4]           Stobi şehrindeki yapılarla benzer özellikler taşıyan birçok başka dinî ve sosyal yapı daha mevcuttur. Daha geniş bilgi için bkz. Redziç, Husrev, Studije O İslamskoj Arhitektonskoj Bastini, Sarajevo 1983.

    [5]           H. Seton-Watson, Nacije I Drzave, Zagreb 1980, s. 150.

    [6]           Hadyijahiç Muhamed, “Neki Pojavni Oblici İslamske Civilizacije u Nas”, Argumenti-çasopis za drustvenu teorıju I praksu, Nr. 2/1982, Rijeka, s. 212.

    [7]           Breznik, M. ve Sentiç, M.,Sastav I Razvitak Stanovnistva u Jugoslaviji Prema Nacıonalnoj Prıpadnosti, Razvitak Stanovniştva Jugoslavije u Posleratnom Perıodu, Institut Drustvenih Nauka, Centar za Demografska İstrazivanja, Beograd 1974, s. 45.

    [8]           Bosnalı ünlü yazar Osman Asaf Sokoloviç’in şahsî koleksiyonunda, Mostar’da bulunmuş ve Halîfe II. Mervan dönemine ait bir gümüş para vardır. Paranın bir tarafında İhlâs sûresi ve kelime-i tevhid diğer tarafında ise Tevbe sûresinin 33. âyet-i celîlesi yazılıdır. Bkz. Hadzıjahic, Muhamed, İslâm i Muslimani, Sarajevo 1977, s. 21.

    [9]           Metnin aslı şöyledir: “De libeeris profanis, guas a Sarracenis vos abstulisse acapud vos haber e perhibetis, guid faciendum sit, inguiritis. Qui mimiraut non sunt reservandi: Cunmpunt enim, sicut seriptum est “mores bonos collogna mala” , set utpote noxii et blasphemi igni tragendi.” . Bkz. Sarajliç Semsudin, Mi I Bliznji İstok, Sarajevo 1935, s. 206.

    [10]          Hırvatistan’da bir şehir.

    [11]          Benkoviç, Zarko, “Bogumilstvo I İslâmizacija”, Argumenti-çasopıs za teorıju ı praksu, Nr. 2/1982, Rijeka, s. 234.

    [12]          Daha geniş bilgi için bkz. Janin, R., Les Turcs Vardariotes, Echos d’ Orient, XXIX, 1930, s. 437-449.

    [13]          Kuba, Ludvik, Çteni o Bosne o Hercegovine, Praçe 1937, s. 237.

    [14]          Vego, Marko, Zbornik Srednjovekovnih Natpisa III, red. br. 160 ve 199.

    [15]          Öztuna, Yılmaz, Rumeli’ni Kaybımız, İstanbul 1990, s. 15.

    [16]          Nicholson ve dığer bazı batılı tasavvuf tarihçileri tasavvuftaki insan-ı kamil anlayışını mitolojik bir gelenek olarak görmektedirler. Bkz. Nicholson, Reynold, “ Rumi: Pesnik i Mistik”, Sufizam, Beograd trz., s. 169.

    [17]          İnsan-ı kâmil anlayışın islam tasavvufu dışında musevî Kabala’daki Adam Qadmon veya uzak doğu dinlerindeki Wang mefhumlarında da rastlamaktayız. Birçok mistik bakış açısında mevcut olan bu kavram bir taraftan prımordıal şekil olarak insanoğlunu, diğer taraftan da mahdud bir varlık mertebesini kastederek toplumsal oluşun kademelerine inen toplumsal insanın ontoloji ve epistemolojisini temsil etmektedir. Bkz. Guenon, Rene, Simbolika Krsta, Çaçak 1998, s.16. 

    [18]          Barkan, Ömer Lutfi, “ Osmanlı İmparatorluğunda Bir İskan ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, İstila Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler”, Vakıflar Dergisi, sy.II, Ankara 1964, s.279-353.

    [19]          Birge John Kingsley, Bektaşilik Tarihi, çev. Reha Çamuroglu, stanbul 1991ö s. 57; Okiç Tayyib, “ Bir Tenkidin  TenkidiA.Ü.İ.F.D., sy. II, Ankara 1953, s. 221-255.

    [20]          Bu tekkelerin büyük bir bölümü komunist döneminde değişik bahanelerle yıkılmış ise de bazıları yine ayakta kalabilmiştir. Meselâ: Kalkandelen Harabati Baba Tekkesi, Mostar Blagay Tekkesi, Kanatlar Bektaşî Tekkesi,Ustruga Halvetî Tekkesi,Yakova Bektâşî Tekkesi, Kruya Bektâşî Tekkesi vs.. Balkanlarda müslümanların dinî, sosyal ve kültürel yaşayış tarzını incelediğimizde tasavvufî motiflerin belirgin şekilde bulunması, çoğu ailede tarîkat anlayış ve geleneğinin devam ettiğini göstermektedir. Bkz. Palikruşeva,G. ve Tomovski,K., Les Tekkes eu Macedoine aux XVIII et XIX siecle, Anti del secondo congresso internazionale di arte Turcha, (26-29 Septembre 1963- Venezia), İnstitut Universitario Orientale, Napoli 1965, s.205.

    [21]          Bunun yanısıra yeni feth edilen topraklarda, hristiyan halkın Osmanlı idaresiyle uyum sağlamasında tasavvuf akımların kaynaştırıcılık görevi de yapmışlardır.Bkz. Handziç Mehmed, İslâmizacija Bosne I Hercegovine, İslâmska Dioniçka Ştamparija, Posebno İzdanje, Sarajevo 1940, s.15.

    [22]          Makedonya’nın Gostivar şehrinden 5 km. Uzaklıkta Vardar nehrinin kaynadığı yerdir. Bugünkü ismi Vrutok’tur, içinde ise eski ismini “Şeyhler” taşıyan bir mahalle vardır.

    [23]          Pirlepe’den birkaç kilometre uzaklıkta bir köy.

    [24]          Kalkandelen Harabati Baba Bektâşî Tekkesi civarındaki mahalle.

    [25]          Makedonya Radoviş şehrinden 7 km uzaklıkta bir köy. Türkler bu köyü 1955 yılında boşatıp Türkiye’ye göç ettikten sonra köye yerleşen hıristiyan ahali bu köyün ismini değiştirmiş ve Radanya ismini vermiştir.

    [26]          Barkan, Ö.L., a.g.m. s.303.

    [27]          Handziç, A. “O formiranju nekih gradskih naselja u Bosni u XVI stoljeçu (uloga drzave I vakufa)”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju XXV, Sarajevo 1977, s. 133.

    [28]          Ögel, Bahaettin, İslâmiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1994, s. 1-4.

    [29]          Aslanapa, Oktay, Türk Sanatı, İstanbul 1992, s. VIII.

    [30]          Barkan, Ö. Lütfi, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir İskân ve Kolonizasyon Metodu Olarak Vakıflar ve Temlikler, İstilâ Devrinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zâviyeler”, Vakıflar Dergisi, Ankara 1942, s. 279-280.

    [31]          Bu konudaki literatür sadece birkaç makaleden ibarettir. Meselâ: Handziç, A., “O formiranju nekih gradskih naselja u Bosni u XVI stoljeçu (uloga drzave I vakufa)”,Prilozi za Orijentalnu Filologıju XXV, Sarajevo 1927; Sabanoviç, Hazim, “Teritorijalno şirenje I gradevni razvoj Sarajeva u XVI stoljeçu” Radovi ANU BiH, knj. XXVI, Odeljenje istorijsko-filoloşkih nauka, knj. 9, Sarajevo 1965; Handziç, A., “Tuzla I njena okolina u XVI vijeku”, Svjetlost, Sarajevo 1975.

    [32]          Bkz. Barkan, Ö. Lütfi, a. g.m.

    [33]          Filipoviç, Nedim, Princ Musa I Şeyh Bedreddîn, Sarajevo 1971, s. 298.

    [34]          Bkz. Sabanoviç, H., “Teritorijalno şirenje I gradevni razvoj Sarajeva u XVI stoljeçu”, Radovi ANU BiH, knj. XXVI, knj. 9, Sarajevo 1965, s. 29.

    [35]          Sabanoviç, Hazim, Krajişte İsa Bega İshakoviça-Zbornik katastarski popis iz 1455 godine, izdanje Orijentalnog Instituta, Sarajevo 1964, s. 14.

    [36]          Mujezinoviç, M., İslamska Epigrafika u Bosni I Hercegovini I, Sarajevo 1974, s. 404-405.

    [37]          Sabanoviç, Hazim, “Dvije najstarije vakufname u Bosni”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, II, Sarajevo 1952, s. 28.

    [38]          Sabanoviç, Hazim, a.g.m., s. 29. Îsâ Bey 1457 yılında sultanın emriyle Saraybosna’da Hünkâr Camii’ni (Careva Dzamija) inşa ettirmiştir. Fakat bu cami devlet bütçesinden inşa edildiğinden dolayı Îsâ Bey’in vakfiysinde zikredilmemiştir. Bkz. Handziç, Adem, “O Ulozi Dervişa u Formiranju Gradskih Naselja u Bosni u XV stoljeçu”Prilozi za Orijentalnu Filologiju, XXXI, Sarajevo 1981, s. 172.

    [39]          İstanbul Başbakanlık Arşivi Tapu Defteri, No. 24, Fotokopi Orijentalni Institut Sarajevo No. 258.

    [40]          İstanbul Başbakanlık Arşivi, Tapu Defteri, No. 24, Fotokopi No. 259.

    [41]          Sabanoviç, Hazim, “II Vakufnama Bosanskog Sandzakbega Ajaz Bega sina Abduhajja za njegove zaduzbine u Sarajevu I Visoku, Dvije najstarije Vakufname”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, II, s. 29-37.

    [42]          Aynı yer.

    [43]          Hıristiyanların önemli bir pazar yeri olan Visoko 30-40 evden oluşan 6 mahalleden oluşmaktaydı:

    -Dobraşin oğlu İvan’ın Mahallesi: 36 Hıristiyan evi ve 5 Müslüman evi. Müslüman aileleri şunlardı: Bogçil’in oğlu İlyâs, Stavre’nin oğlu İskender, Radin’in oğlu İsmâili Müslüman Şirmerd ve Pavle’nin oğlu İvan.

    -Radin’in oğlu Luka’nın Mahallesi: 41 Hıristiyan evi ve 3 Müslüman evi. Müslüman evleri: Bojidar’ın oğlu Hamza, Bojidar’ın oğlu Mihovil ve kardeşi Ali.

    -Vukosal’ın oğlu Bolyas’ın Mahallesi: 29 Hıristiyan evi ve 1 Müslüman evi. Bekâr olan Müslüman Milaşin’in oğlu Yûsuf’tur.

    -Bojan’ın Mahallesi: 39 Hıristiyan evi ve 2 Müslüman evi. Müslüman olanlar: Hoşkadem ve Karagöz aileleridir.

    -Dobrosav’ın Mahallesi: 33 Hıristiyan evi ve 2 Müslüman evi. Müslüman olanlar: Radin’in oğlu Ali, Atmaca, Kasap Yûsuf ve Milyoşin oğlu Karagöz.

    -Nenad’ın Mahallesi: 33 Hıristiyan evi ve 3 Müslüman evi. Müslüman olanlar: İbrâhim, Radin’in oğlu Kasap İlyâs, Bolvadin’in oğlu Karaca, Svetko’nun oğlu Alagöz, Deya’nın oğlu Karagçz ve İskender.

    Defterde verilen bilgilerden anlaşıldığına göre bütün mahallelerde Müslüman olanlar vardır. 1. ve 2. mahallede yaşayanların arasında iki aile reisi İslâm’ı kabul ettikten sonra da eski Hıristiyan isimleriyle zikredildiği görülmektedir. Bkz. İstanbul Başbakanlık Arşivi, Tapu Defteri, No. 24, Fotokopi No. 27-30.

    [44]          Handziç, Adem, “Jedan savremeni dokumenat o Şeyhu Hamzi iz Orloviça” Prilozi za Orijentalnu Filologıju, XVIII-XIX, Sarajevo 1973, s. 211.

    [45]          Handziç, Adem, Tuzla I njena Okolina, Sarajevo 1975, s. 63.

    [46]          Handziç, Adem, “O formiranju nekih gradskih naselja u Bosni u XVI stoljeçu”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, XXV, 1975, s. 147.

    [47]          1668 yılında Tetova’da 320 Müslüman ailesi ve 106 Hıristiyan ailesi vardı. Bkz. Turski Dokumenti za İstorijata na Makedonskiot Narod, Opşiren Popisen Defter no. 4 (1668-69) red. Metodija Sokolovski, Aleksandar Stojanoski, Arhiv na Makedonıja, Skopje 1971, s. 41.

    [48]          Vishko, Ali, a.g.e., s. 51.

    [49]          Stojanovski, Aleksandar, “Uşte neşto za rodot Ohrizade I za starite gradbi ni “İmâret” vo Ohrid”, Glasnik na INI,XVI/1, Skopje 1972. s. 97-103; Sokolovski, Metodija, Ştip I Ştipsko vo tekot na XVI vek, İstorija, X-2, Skopje 1974.

  • METIN IZETI: 19. VE 20. ASIRLARDA MAKEDONYA’DA DİNİ VE SOSYAL HAYATIN OLUŞMASINDA ÜÇÜNCÜ DEVRE MELAMİLİĞİN RÖLÜ VE ÖNEMİ

    METIN IZETI: 19. VE 20. ASIRLARDA MAKEDONYA’DA DİNİ VE SOSYAL HAYATIN OLUŞMASINDA ÜÇÜNCÜ DEVRE MELAMİLİĞİN RÖLÜ VE ÖNEMİ

    ÖZET

    XIX. yüzyılın ikinci yarısında Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği, Balkanların çeşitli yerlerinde yaygınlaşmış, İstanbul’un sosyal hayatında etkili olmuş, son dönem Osmanlı aydınları arasında teveccühle karşılanmış bir meşrebdir. Kurucusundan dolayı “Melâmiyye-i Nûriyye” olarak da adlandırılmıştır.Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.İlk eğitimini ailesinden almış.Câmiu’l-Ezher’deki hocası Hasan Kuveysî tarafından Anadolu’ya gönderilen Seyyid Muhammed orada fazla kalmayıp Rumeli’ye geçmiş ve Selanik ile Serez’de Nakşî-Melâmî zümreleriyle ilişkiye geçmiştir.Yanyalı Şeyh Yûsuf en-Nakşîbendî (ö. 1244/1828) aracılığıyla Nakşibendîlik, Şeyh İbrâhimuşşemârikî Halvetî aracılığıyla Halvetîlik, Ekberîlik ve Üveysîlik tarikatlarına intisâb etmiştir.1249/1833-34’te Koçani (Koçine) medresesinde müderrislik yapmış ve ulemâ arasında tanınmıştır.1287/1870 yılında Tikveş’te (Kavadar) iken kendisine “kutbiyet” makamı verildiğini açıklamıştır. 1288/1871 yılında beşinci defa müridi Şeyhülislâm Molla Bey’in davetiyle İstanbul’a gelmiş, beş ay kaldıktan sonra Ustrumca’ya dönmüş ve 1305/1882’de vefat etmiştir.

    Muhammed Nuru’l-Arabi’nin yerleşmesinden sonra Ustrumca şehri canlanmış be tüm maddi ve manevi müesseseleri ile paradigmatic bir osmanlı şehrini temsil etmiştir.

    Anahtar kelimeler: Melamilik, Muhammed Nuru’l-Arabi, Ustrumca, Liber mundis

                                                                &&&

    Kaynağını Kur’ân ve Sünnet’in ruhundan alıp Müslümanın gönül dünyasında manevî gelişmeyi hedefleyen İslâm tasavvufu kültürel zenginliğimizin önemli kaynaklarından biridir. Başlangıçta Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn Rûmî, Şeyh Edebâli… gibi büyük sûfîlerin şahsiyetinde temsil edilmiş Türk tasavvuf düşüncesi daha sonraları gerek ortaya çıkan türlü akımları ve gerekse yetiştirdiği mütefekkir-mutasavvıflar açısından son derece zengin bir konuma sahiptir.

    Türk-İslâm tarihinin büyük bir zaman dilimini oluşturan Osmanlı devletinin teşekkülünde ve gelişiminde önemli rolü olan tasavvuf, sadece dinî alanla alâkalı bir olgu olarak kalmamış, fikir, felsefe, mimarî, şiir ve mûsîkî, şehirlerin kuruluşu, başta olmak üzere bütün ilim ve güzel sanatlara uzanarak ilmî ve sosyal hayatla ilgili yönlendirmeler yapan bir düşünme ve yaşama tarzı olmuştur.

    XIX. yüzyılın ikinci yarısında Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği, Balkanların çeşitli yerlerinde yaygınlaşmış, İstanbul’un sosyal hayatında etkili olmuş, son dönem Osmanlı aydınları arasında teveccühle karşılanmış bir meşrebdir. Kurucusundan dolayı “Melâmiyye-i Nûriyye” olarak da adlandırılmıştır.[1]

    Balkanlarda ikinci devre Melâmîlikten Hamza Bâlî’nin (ö. 969/1561-62) temsil ettiği Bayrâmî-Melâmîliğin kolu olan Hamzavî-Melâmîleri Bosna-Hersek’te ve Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887)’nin şahsında belirginleşen üçüncü devre Melâmîliği veya Melâmiyye-i Nûriyye Makedonya ve Kosova’da faaliyet göstermiştir.

    Hamzavî- Melâmîliğin kurucusu Bosnalı Şeyh Hamza Bâlî (ö. 969/1561-62)’dir.[2] Başagiç’e göre Hamza Bâlî’nin doğum yeri Zvornik sancağında Vlasenitsa’nın yanında bulunan Orloviçi köyüdür. Genç yaşlarında Vezir Pertev Paşa’nın hizmetinde bulunan Hamza Bâlî daha sonraları, Hüsâmeddîn Ankaravî’nin (ö. 964/1557) halîfesi olmuş, ondan sonra makamına geçmiş ve hizmetini memleketi Bosna’da Orloviçi köyünde kurmuş olduğu zâviyede sürdürmüştür. Hamza Bâli Bosna’da az zamanda birkaç bin mürid toplamış. Bu kişilerin bir kısmını meyhanelerden toplamış olduğu gibi, havastan da bazı kimseler de sohbetini dinledikten sonra ona bağlanmıştır.

    Bosna’nın ulemâ ve meşâyihi bu kişinin ümmî olduğuna ve irşâd işlerine kâdir olmadığına şerʽ-i şerîfe uymayan halleri ve hareketleri olduğundan dolayı mahkemeye müracaat etmişlerdir. Sonuç olarak 969/1561-62 yılında Hamza Bâlî İstanbul Tahtakale’de idam edilmiştir.[3]

    Hamza Bâli’nin öldürülmesinden sonra da Bosna’da Hamzavî namıyla anılan zümreler ve bazı kişilerin bulunduğu ve Hamza Bâlî’nin fikirlerini taşıdıklarını, Nevʽizâde Atâî’nin onlarla ilgili ifadelerinden anlaşılmaktadır.[4]

    1992 Bosna harbine kadar müze olarak çalışan ve Vlasenitsa-Zvornik yolu üzerinde olan Nova Kasaba’daki tekke ve zengin vakfı 925/1519 yılında Hamza Dede tarafından kurulmuştur.[5] Muhammed Hacijahiç’e göre tekkenin kurucusu Hamza Dede, Hamza Bâlî’nin dedesidir ve Hamza Bâli Bosna’ya döndüğünde faaliyetlerini bu tekkede devam ettirmiştir.[6]

    Ancak XVI. yüzyıldan sonra bu tekkenin Hamzavîlere ait olduğu hakkında bir belge yoktur. 1664 yılında buradan geçen Evliyâ Çelebi, Hindi Hamza Baba tekkesinden bahseder fakat hangi tarikata ait olduğu konusunda bilgi vermez.[7]

    XVIII. ve XIX. yüzyılda daha çok misafirhane olarak çalışan Hamza Dede tekkesinde zâviyedarlık yapan şahıslar şunlardır: Derviş Abdülkâdir, 24 Safer 1208/1793 tarihli bir beratla zâviyedar olmuştur. Ondan sonra zâviyedarlık görevi oğulları Ali, Ramazan ve Hamza tarafından îfâ edilmiştir.Zilhicce 1215/1801 tarihli bir berattan anlaşıldığına göre de bu dönemden sonra Abdurrahmân ve Hamza zâviyedarlık yapmışlardır. XIX. yüzyılın sonundan 1952 yılına kadar tekkenin zâviyedarlığını Mulla Mustafa Orloviç yapmıştır.[8]

    Üçüncü devre Melâmîliğin temellerini atan Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1882) aslen Arap olup Mısır’da doğmuştur.İlk eğitimini ailesinden almış.Câmiu’l-Ezher’deki hocası Hasan Kuveysî tarafından Anadolu’ya gönderilen Seyyid Muhammed orada fazla kalmayıp Rumeli’ye geçmiş ve Selanik ile Serez’de Nakşî-Melâmî zümreleriyle ilişkiye geçmiştir.Yanyalı Şeyh Yûsuf en-Nakşîbendî (ö. 1244/1828) aracılığıyla Nakşibendîlik, Şeyh İbrâhimuşşemârikî Halvetî aracılığıyla Halvetîlik, Ekberîlik ve Üveysîlik tarikatlarına intisâb etmiştir.[9]1249/1833-34’te Koçani (Koçine) medresesinde müderrislik yapmış ve ulemâ arasında tanınmıştır. 1255/1839’da Üsküp’e gelerek Kazanlı Abdülhalik Efendi’ye intisâb etmiş, halîfesi Trabzonlu Mustafa Efendi’den ikinci defa Nakşibendîlik icâzeti almıştır. İstanbul’a 1266/1849 tarihinde Üsküp valisi Selim Paşa’nın davetiyle gelmiş ve altı ay kalmıştır. Şeyh Bedreddîn’in Vâridât’ını okutması nedeniyle merkeze şikâyet edilen Seyyid Muhammed 1285/1868 tarihinde zaptiye müdürü Hüsnü Paşa tarafından İstanbul’a yeniden davet edilmiş ve yine orada oğluyla beraber altı ay kalmıştır. Daha sonra tekrar Üsküp’e dönen şeyhi, 1286/1869’da eski Bosna valisi Topal Osman Paşa ile zaptiye müdürü Hüsnü Paşa tekrar davet etmiş, o da yine oğluyla birlikte İstanbul’a gelmiş ve beş ay kalmıştır.[10]

    1287/1870 yılında Tikveş’te (Kavadar) iken kendisine “kutbiyet” makamı verildiğini açıklamıştır. 1288/1871 yılında beşinci defa müridi Şeyhülislâm Molla Bey’in davetiyle İstanbul’a gelmiş, beş ay kaldıktan sonra Ustrumca’ya dönmüş ve 1305/1882’de vefat etmiştir.[11]

    Seyyid Muhammed Muhyiddîn ibn Arabî, Şeyh Bedreddîn, Niyâzî Mısrî, Hacı Bayrâm-ı Velî, Ahmed b. İdrîs gibi vahdet-i vücûd nâşirlerinin eserlerini şerhetmiştir.[12] Derin İslâm ve tasavvuf kültürüne sahip olan Nûru’l-Arabî’nin İstanbul ve Rumeli’de birçok halîfesi olmuştur. İstanbul’daki halîfeleri arasında şu zatlar yer almaktadır: Şehremin’deki Pazar tekkesi şeyhi Ahmed Safî Efendi, Mevlânâkapı’daki Tarsus tekkesi şeyhi Abdülkerîm Efendi, Yenikapı Mevlevihânesinde medfûn Ali Örfî Efendi (ö. 1305/1888), Fatih Kadıçeşme medresesi müderrislerinden Şeyh Abdullah Hulûsî Efendi (1307/1890), Altımermer’de Kâdirî tarikatından Kürkçüoğlu dergâhına devam eden Şeyh Maksûd Efendi (ö. 1342/1924), Abdurrahîm Fedâî (ö. 1303/1885)’ye intisâb eden Bayezit Camii vâizi Hâfız Abdürraûf Efendi (ö. 1921), Balat tekkesi şeyhi Kemâl Efendi (ö. 1913), Kamer Hatun Camii imamı Vehbi Efendi (ö. 1921), Tibyân sahibi Harîrîzâde ve talebesi Osmanlı Müellifleri yazarı Bursalı Mehmed Tâhir (ö. 1925) vs.[13]

    Düşüncelerini Anadolu’dan ziyade Rumeli’ye yayan Seyyid Muhammed’in Make­donya ve Kosova’da da birçok halîfesi olmuştur. Bu bölgelerden şeyhin halîfeleri olan zatlar şunlardır: Abdurrahîm Fedâî[14], İştipli Sâlih Rifʽat Efendi[15], Üsküplü Filintalizade Hoca Mahmûd Efendi[16], Fâik Mehmed Bey[17], Hacı Süleymân Bey[18], Hacı Abdülkâdir Bey[19], Ali Rıza Vasfi Efendi [20], Elmas Efendi[21], Cengorî Mustafa Efendi[22], Yakovalı Hâfız Süleymân Baba[23], Prizrenli Topal Receb Efendi.[24]

    XIX. yüzyılda Makdonya ve Kosova’da Melâmî tekkeleri şu şehirlerde kurulmuştur:

    Ustrumca: İki tane tekke vardı. Birinde Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî otururdu ve vefatından sonra da oraya defnedilmiş ve bir türbe inşa edilmiştir. Seyyid’den sonra şeyhliğe halîfesi Hacı Fâik Bey gelmiş. Hacı Fâik Bey’den sonra Muhammed Nûr’un evlât edindiği Hacı Valde tarafından idare edilmiştir.İkinci tekke Seyyid’in oğlu Şerîf Efendi tarafından idare edilmiş.Onun 1323/1905 yılında vefatından sonra Hacı Abiş Efendi şeyh olmuş ve onun zamanında tekke Bulgarlar tarafından kapatılmıştır.[25]

    Doyran: Doyran’da ve Doyran’ın Dedeli köyünde birer Melâmî tekkesi faaliyet göstermiştir. Dedeli köyündeki tekke Seyyid Muhammed’in halîfesi Elmas Efendi tarafından kurulmuştur.[26]

    Veles (Köprülü): XIX. yüzyıl sonlarında Köprülü’de bir Melâmî tekkesi faaliyet göstermiştir.

    -Kavadar (Tikveş): Kavadar’daki tekke Ustrumcalı Hacı Süleyman Bey’in biraderi Hacı Abdülkâdir Bey tarafından kurulmuş ve Balkan harbine kadar idare edilmiştir. Tekke birkaç müridle de olsa İkinci Dünya Savaşına kadar faaliyet göstermiştir.[27]

    -İştip: Seyyid Muhammed’in halîfelerinden olan Sâlih Rif‘at Efendi tarafından İştip’te bir tekke yaptırılmıştır. 1326/1908’de tekke Bulgarlar tarafından yakılmıştır.[28]

    Üsküp: Üsküp’teki Melâmî tekkesini Seyyid Muhammed’in damadı ve halîfetu’l-hulefâsı Abdurrahîm Fedâî Efendi kurmuş ve ilk şeyhi olmuştur. Ondan sonra oğlu Hacı Kemâl Efendi posta geçmiştir.Kemâl Efendi’den sonra XX.yüzyılın başlarında oğlu Hakkı Efendi şeyh olmuştur.[29]

    Manastır (Bitola): Manastır’ın Vranyevci köyünden olan Rifâî tekkesi şeyhi Ali Rızâ Efendi Seyyid Muhammed’e intisâb edip Sâfî Efendi’den hilâfet aldıktan sonra tekkesini Melâmî tekkesine dönüştürmüştür. Ali Rızâ Efendi 1331/1912’de vefat etmiştir.[30]

    -Prizren: Kosova bölgesinde bulunan Prizren şehrinde Seyyid Muhammed’in halîfesi Hacı Receb Efendi bir Melâmî tekkesi kurmuştur. Hacı Receb’in 1316/1898 yılında vefatından sonra posta Şeyh Seyfuddîn Tosko (ö. 1913) oturmuştur.Şeyh Seyfuddîn’den sonra Hacı Ömer Lütfü Paçarizi (ö. 1929) şeyh olmuştur.[31] Şeyh Ömer’den sonra sırasıyla posta şu şeyhler oturmuştur: Şeyh Kâmil Tosko, Şeyh Sâlih Efendi, Şeyh Hilmi Efendi, Şeyh Hamdi Kaçamak, Şeyh Hacı İlyâs Bardhi, Şeyh Hacı İdrîs, Hâfız Rıdvân, Şeyh İdrîs Maksûd. Günümüzde tekkenin şeyhi Hacı Yaʽkûb Muçezi’dir.[32]

    Yakova: Seyyid Muhammed’in halîfesi Yakovalı Hâfız Süleymân Baba 1318/1900 Kosova’nın Yakova şehrinde bir Melâmî tekkesi kurup Melâmîliği bu bölgeye yaymıştır. Süleymân Baba’dan sonra tekkenin şeyhi sırasıyla Prizrenli Hasan Efendi, Şeyh Zeki ve Akovalı (Biyelo Polye) Hâfız Hayrullah Abdurrahmanoviç olmuştur.[33]

    Günümüzde Kosova bölgesinde üç Melâmî tekkesi faaliyet göstermektedir: Rahovça Şeyh Molla Efendi tekkesi, Prizren Melâmî tekkesi ve Mitroviça’nın Suhodol köyünde Hâfız Halil tarafından XX. yüzyılın başlarında kurulan Melâmî tekkesi.[34]

    Makedonya’da Osmanlı şehri  Ustrumcave sufi-melami paradigması…

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır.Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır[35], çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    Ustrumca  osmanlı şehirin tüm karakteristikleri içinde barındırmaktadır.  Kur’an insanı, ilahi hilkatın içerisinde kemalin ve güzelliğin birinci derecedeki örneği olarak tarıf etmekte, o aynı zamanda kendisinde maneviyatı ve maddiyati barındırabilen, mıkrokozmik ve makrokozmik eşkalın yoğunluk kazandığı obje, melekut ile şehadet alemini birbirine yaklaştıran bir varlıktır. Ustrumca şehri, cami, tekke, hamam, kervansarayı ile budur.

    İnsanın ruhani ve fiziki şahsiyeti Yaratıcı Kuvvet tarafından gelen hediyelerin yetkin bir şekilde kabul edicisididr. Biz insanı Allahın  hiçten yaratmış olduğu bir varlık veya fuyuzat sonucu şehadet mertebesine inen bir zillullah olarak mı göreceğiz hiç önemli değil, o  her açıdan  Yaratıcı Kuvvetin kendi varlığını  alem-i şehadete indirdiği ve esmâ ile sıfatını temsil ettirdiği karakterdir. İnsan karakteri ezelî ve ebedî olan nefha-i ilahiyyenin evrensel kabul edicisi olarak Allahu Tealanın doksan dokuz güzel isminin şehadet ve jografik anlamda  objektifleşmesini sergilemektedir. Bundan dolayıdır ki tasavvuf literatüründe insan ilahi tecellilerin tezahür ettiği bir mekan olarak görünmüştür. İçinde bu vasıfları barındıran insan, epıstemolojik ve ontolojik yönden varlık cetvelinin varlıksal ve bilimsel kademelerini aşarak , Kainat kitabını (Lıber mundı) ve Vahyı (Liber revelatus) takip ederek kemal mertebelerine (scala perfectıonıs) ulaşır. İşte tasavvufun ortaya koymaya çalıştığı kemal insan tipi budur.

    Bu kavram değişik kademe ve kapsamlarda ele alınabilir, ancak hepsinde de bu mukayese önemini korumaktadır. İnsan-ı kamil  kendisinde Yedullah’ın bolca hibe ettiği hediyeleri kabul eden kamil bir fizikî ve manevî kabul edicisi olarak sufî antropolojisinde her zaman şahsiyetinde temsil edilen tecelliyât-ı ilâhiyye ile ön planda tutulmuştur. Bu tecelliyat sayesinde La teayyun mertebesine sahib olan Ruh-i ilâhî melekutî yönünü korutmakta ve insan karakterindeki yetkinlik sayesinde bu boyutun şehadet yansımasını sergilemektedir.[36]

    Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.

    İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur. Muhammed Nuru’l- Arabi eğitimin paradigması ile yetişen melami dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.


    [1]           Melâmîlik hakkında bkz. Doğrul, Ömer Rıza, İslâm Tarihinde İlk Melâmet, İstanbul 1950; Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara 1993, s. 346-349; Gölpınarlı, Abdülbaki, Türkiye’de Mezhepler ve Tarikatlar, İstanbul 1969, s. 246-269; a.mlf., Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931; Sunar, Cavit, Melâmîlik ve Bektaşîlik, Ankara 1977; İnan, Y. Ziya, İslâm’da Melâmîliğin Tarihi Gelişimi, İstanbul 1978; Cerrahoğlu, Abdurrahman, Dünkü ve Bugünkü Melâmîler, İstanbul 1984; Kara, Mustafa, “Melâmetiyye”, İ.Ü.İ.F.M., c. 43, s. 561; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 380-86; Kumanlıoğlu, Hasan Fehmi, Hz. Pîr Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî Hayatı, Şahsiyeti ve Tasavvufî Görüşleri (Y. L. Tezi), İzmir 1995

    [2]           Atâî, Nevʽizâde, Zeyl-i Şekâik, s. 70-71.

    [3]           Hamzavîlik hakkında daha geniş bilgi için bkz. Atâî, Nevʽizâde, Zeyl-i Şekâik, s. 65; Gölpınarlı, A., Melâmîlik ve Melâmîler, s. 73; Ocak, Ahmet Yaşar, Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler (15.-17. Yüzyıllar), İstanbul 1998, s. 273; Hadzıjahic, M., “Udio Hamzevija u atentatu na Mehmet Paşu Sokoloviça”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, 1955, s. 325; a.mlf., “O progonu Hamzevija u Bosni 1573 godine”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, XX-XXI, 1970-71, Sarajevo 1974, s. 68; Mehinagiç, İbrahim, “Çetiri neobjavljena izvora o Hamzevijama iz sredine XVI vijeka”, POF, XVII-XIX, 1968-69, Sarajevo 1973, s. 217-266; Okiç, Tayyib, “Quelques documents concernant les Hamzavites”, International Congress of Byzantinists, Leiden 1957, s. 281; Algar, Hamid, “The Hamzeviyye, A Deviant Movement In Bosnian Sufism”, Islamic Studies, 36, 2-3 (1997), s. 243-261; Öngören, Reşat, a.g.e., s. 299-300.

    [4]           Atâî, Zeyl-i Şekâik, s. 283.

    [5]           Hadzijahiç, M., “Tekija kraj Zvornika, postojbina bosanskih Hamzevija”, Prilozi za Orijentalnu Filologiju, X-XI, Sarajevo 1961, s. 193-203.

    [6]           Aynı yer.

    [7]           Evliyâ Çelebi, Puropis, s. 474.

    [8]           Hadzijahiç, M., a.g.m., s. 194, 194, 197; Çehajiç,Dz., a.g.e., s. 200-204.

    [9]           Gölpınarlı, Abdülbaki, a.g.e., s. 232-242; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 386; Çiçek, Y., Harîrizade Mehmed Kemâleddîn, Hayatı, Eserleri ve Tibyânu Vesâili’l-Hakâik, (öğretim üyeliği tezi) s. 12-23; Yücer, Hür Mahmut, XIX. Asırda Anadolu’da Tasavvuf, s. 400-01.

    [10]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 239-240; Yücer, a.g.t., s. 402.

    [11]          Aynı yer.

    [12]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 249.

    [13]          Yücer, a.g.t., s. 402; Işın, Ekrem, “Melâmîlik”, DBİA, V, 384-386; Gölpınarlı, a.g.e., s. 302-339.

    [14]          Prizrenli olup Seyyid’in başhalîfesi ve damadı idi. Üsküp’te bir medresede müderris iken 1303/1885’te hacdan dönerken gemi Süveyş kanalını geçtiği sıralarda vefat etmiştir. Tefsîru Sûreti’l-Kevser (Arapça), Risâle-i Vehbiyye, Kasîde-i Nûniyye, Hediyyetü’l-Hacc gibi eserleri ve Fedâî mahlasıyla yazdığı bazı şiirleri vardır. Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 304-308; Abdürrahim’in en meşhur halîfeleri şunlardır: Üsküplü Abdülehad Efendi (ö. 1332/1914), Üsküplü Hacı Hafız Abdurraûf Efendi (ö. 1340/921), Priştineli Yûnus Efendi (ö. 1330/1912).

    [15]          Seyyid Muhammed’e intisâbından sonra memleketi olan İştip’te bir tekke yaptırıp irşâd ile meşgul olmuştur. 1326/1908 tarihinde vefat edip tekkenin hazîresine defnedilmiştir. Bkz. Gölpınarlı, a.g.e., s. 312.

    [16]          Üsküp ulemâsından ve Nûru’l-Arabî’nin hulefâsından olan bu zât 1310/1892’de Hicaz’da vefat etmiştir.

    [17]          Ustrumcalı olan Fâik Mehmed Bey Nûru’l-Arabî’nin vefatından sonra dergâhında şeyh olmuş ve 1319/1901’de Selanik’te vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 313.

    [18]          Seyyid Nûru’l-Arabî Ustrumca eşrafından olan Süleyman Bey’in konağında sıkça otururmuş. 1889 yılında vefat etmiştir. Gölpınarlı, aynı yer.

    [19]          Ustrumcalı olup Hacı Süleyman Bey’in biraderidir Tikveş’te merkezde yapılan tekkeye Seyyit tarafından hilâfet verilerek gönderilmiş ve Balkan harbinde tekkeyi yakılmaktan kurtarmıştır. 95 yaşlarında vefat eden Hacı Abdülkadir tekkenin hazîresine defnedilmiştir.Gölpınarlı, a.g.e., s. 313.

    [20]          Manastır Rifâî tekkesi şeyhi olan Ali Rızâ Vasfi Bey Muhammed Nûru’l-Arabî’nin halîfelerindendir. 1331/1913’te vefat etmiştir. Gölpınarlı a.g.e., s. 323.

    [21]          Doyran’ın Dedeli köyünden olup, şeyhten icazet aldıktan sonra köyünde tekke açmıştır. 1324/1906 yılında vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 323.

    [22]          Doyran tekkesine şeyh olan bu zât 1325/1907 yılında vefat etmiştir. Aynı yer.

    [23]          1318/1900-02 yılında vefat eden Süleyman Baba Zeki Efendi, Prizrenli Hacı Âdem Efendi ve Hasan Efendi’ye hilâfet vermiştir. Aynı yer.

    [24]          Prizren’de Rüşdiye muallimi olan bu zâtın fevkalâde nüfûzu olup o bölgede Melâmîliği yaymıştır. Prizren’de yapılan tekkenin ilk şeyhidir.1318/1900’de vefat etmiştir. Gölpınarlı, a.g.e., s. 323.

    [25]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301; Şehayiç, D. a.g.e., s. 209. Ustrumca’da Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî’nin şeyhlik yaptığı tekkesi günümüzde mevcut değildir. Melâmîler şeyhin evinde haftada bir defa ve dinî bayramlarda toplanır. Seyyid Muhammed Nûru’l-Arabî’nin mezarı da Ustrumca ve diğer bölgelerden gelen halk tarafından çok ziyaret edilir.

    [26]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301, 323.

    [27]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301; Palikrusheva, a.g.m., s. 112.

    [28]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 301.

    [29]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 302. İkinci Dünya Savaşına kadar faaliyette olan bu tekke 1952 yılında yıkılmıştır. Fakat Üsküp’te Melâmî dervişleri günümüzde de mevcuttur ve Hacı Muzaffer isminde bir terzi tarafından yönetilmektedirler.

    [30]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 302; Trifunoski, J., “O tekıjama u Donjem Slıvu Bregalnice”, Prilozi za Orijentalnu Filologıju, XII-XIII, (1962-63), Sarajevo 1965, s. 257. Genelde Doğu ve Güney Makedonya’da kurulan Melâmî tekkeleri Balkan harplerine kadar faaliyette kalmıştır. Balkan ve Birinci Dünya Harplerinden sonra bu bölgelerde yaşayan Türk ahali Bulgarlar tarafından göç etmeye mecbur edilmiş ve birçok köy ve kasaba tamamen boşatılmıştır. Türk ahalisi büyük bir bölümü göç ettikten sonra buralara Bulgar ve Sırp kolonizatörleri yerleştirilmiş ve Müslümanlar azınlıkta kalmıştır. Bu bölgelerde Müslümanların toplumsal hayatta yer almamaları onları yeniden göç etmeye sevketmiştir. 1955 yılında Doğu Makedonya’nın %90’ı Türkiye’ye göç etmiş, camiler, tekkeler, evler boş bırakılmıştır. Günümüzde Doğu Makedonya’da yaşayan halk arasında Rifâîlik, Melâmîlik, Bektaşîlik, Halvetîlik mevcut olsa bile genelde bu bölgelerde kalan Romenler tarafından idare edilmektedirler.

    [31]          Hacı Ömer Lütfü 13.01.1870 tarihinde Prizren’de doğmuş. Öz adı Ömer, mahlası Lütfü ve soyadı Paçarizi’dir. Prizren’de o zamanki ibtidâiyeyi ve rüşdiyeyi bitirdikten sonra 1887 yılında İstanbul’da Fatih medresesinde bulunan ağabeyi Mehmed Ali Efendi’ye gider. Ve Prizrenli Ekrem Efendi ile Hacı Rüstem efendilerin ısrarı üzerine o da medreseye yazılır. 1892 yılında Prizren’e döndüğünde şehrin eşrafından Hasan Efendi ve subay İsmâil Bey’le birlikte Yakova’ya gider ve burada Melâmî tarikatına intisâb eder. İstanbul ve İslâm dünyasının birçok yerini gezdikten sonra yeniden Prizren’e döner ve orada Melâmî tekkesinin şeyhliğine getirilir. Hacı Ömer Lütfü altmış kadar eser yazmıştır. Bunların çoğu Türkçe yazılmıştır. Dört eseri Arapça ve bir eseri de Farsçadır. Arapça ve Farsçadan on beş tercümesi vardır. Yedi nesir eserinden başka hepsi şiirdir. Bütün bu eserleri tasavvuf, tarih, didaktik, çocuk eğitimi vb. temaları işlemektedir.

    [32]          Hafız, Nimetullah, “Dervishki Redovi u Prizrenu”, Selam, sy. 13, Prizren 1998, s. 35. Prizren’de eski külhanda bulunan tekke binası mevcut değildir. 1950’de yıkılmıştır. Bugün Prizren Melâmî tekkesi Seydî Bey Camii arkasındaki Yeni Zanaatçılar Merkezi yanında bulunmaktadır. Bugün tek katlı olan tekke kârgir binadır. İki odadan oluşmakta olup bunlardan biri semâhâne görevi yapmaktadır.

    [33]          Gölpınarlı, a.g.e., s. 323; Gashi, Ashık, “Neshto o Melamijama Kod nas”, Glasnik Vrhovnog İslamskog Starjeshinstva, Sarajevo 1983, V, 664.

    [34]          Rexhepagiçi, J., a.g.e., s. 209.

    [35]          Nicholson ve dığer bazı batılı tasavvuf tarihçileri tasavvuftaki insan-ı kamil anlayışını mitolojik bir gelenek olarak görmektedirler. Bkz. Nicholson, Reynold, “ Rumi: Pesnik i Mistik”, Sufizam, Beograd trz., s. 169.

    [36]          İnsan-ı kâmil anlayışın islam tasavvufu dışında musevî Kabala’daki Adam Qadmon veya uzak doğu dinlerindeki Wang mefhumlarında da rastlamaktayız. Birçok mistik bakış açısında mevcut olan bu kavram bir taraftan prımordıal şekil olarak insanoğlunu, diğer taraftan da mahdud bir varlık mertebesini kastederek toplumsal oluşun kademelerine inen toplumsal insanın ontoloji ve epistemolojisini temsil etmektedir. Bkz. Guenon, Rene, Simbolika Krsta, Çaçak 1998, s.16. 

  • METIN IZETI: TARIKATI HALVETI NDËR SHQIPTARËT

    METIN IZETI: TARIKATI HALVETI NDËR SHQIPTARËT

    TEQJA QENDRORE HALVETI-HAJATI E OHRIT SINTEZË E PËRSHPIRTSHMËRISË DHE PËRBOTSHMËRISË NË NËNQIELLIN SHQIPTAR

    Islami si një lëvizje e gjerë teologjike, ideore, qytetëruese, kulturore dhe si mënyrë e jetës, ka pasur nevojë t’u përgjigjet një numri të konsiderueshëm të këtyre pyetjeve dhe të ndërtojë institucione dhe organizma të cilët në mënyrë pragmatike do t’i zbërthejnë nevojat e individit dhe të shoqërisë. Një pjesë e institucioneve të nevojshme për mënyrën e jetës dhe botëkuptimin islamik janë të themeluara në kohën e Pejgamberit a.s., pjesa tjetër në periudhën e katër halifeve të drejtë, ndërsa pjesa tjetër është sendërtuar në periudhat e mëvonshme. Klasifikimi dhe kodifikimi i disiplinave dhe shkencave islame, si tefsiri, kelami, historia islame, kiraeti, tesavvufi kanë filluar në fillim të shekullit II/VIII  ndërsa diskutimi shkencor, filozofik dhe teologjik i tyre ka vazhduar në të gjitha periudhat e mëpasme, herë me intensitet më të madh e herë me energji më të zbehtë. Edhe Tesavvufi si shkencë ose disiplinë e posaçme e proviniencës islame, është zhvilluar paralelisht me shkencat tjera dhe ka arritur deri në ditët e sotme.

    Nëse parashtrohet pyetja se si ka mundësi që të jetësohet Islami ose feja në sistemin e ri botëror, atëherë njëra prej çështjeve që duhet diskutuar në përgjigjen ndaj kësaj pyetjeje është edhe botëkuptimi sufik, gjegjësisht mistik dhe vendi i praktikës dhe përvojës mistike në jetën e njeriut të sotshëm. Në realitet një problem i këtillë ka ekzistuar edhe në të kaluarën, mirëpo sot kur ndihet nevoja për rindërtimin dhe risistematizimin e jetës fetare dhe shoqërore të muslimanëve kjo çështje ngërthen rëndësi të posaçme për ata që mendojnë t’i nxjerrin parimet e vërteta të udhërrëfimit fetar në shoqërinë njerëzore. Në të kaluarën e afërme prezentimet e fesë janë bërë kryesisht nga aspekti juridik dhe ekzoterik, duke mos u ndalur aq sa duhet në anën e përvojës shpirtërore dhe përmasës ezoterike të shpalljes dhe teksteve tjera fetare. Largimi prej ezoteres nuk ka qenë domosdoshmëri fetare por më tepër psikologjike dhe sociologjike. Shpeshherë përleshjet që janë bërë në relacionin sheriat-tarikat, dhahir (ekzoterikë) – batin (ezoterikë), sufi-ulema kanë qenë përleshje me prapavijë të mbizotërimit shoqëror ose subjektiv. Përderisa ulematë përfaqësuesit e Tesavvufit i kanë konsideruar si tepër subjektivë dhe të dhënë pas brendësisë së shpalljes, që në të shumtën e rasteve e ka vështirësuar arbitrimin në mesin e atyre që janë të vërtetë dhe atyre që keqpërdorin qëllimmirësinë e ithtarëve të vet, sufijtë për ulematë kanë pohuar se janë tepër skriptualë dhe ngecja në fjalëpërfjalshmërinë e tekstit, e sidomos nëse bëhet fjalë për tekstet hyjnore, ka bërë që të mos i zbulojnë karakteristikat reale të brendësisë së shpalljes. Aspak nuk ka dyshim se në të dyja anët ka vlerësime të cilat kanë qenë tepër subjektive, por ka edhe realitete që nuk mund të mohohen.

    Pikërisht për këtë Islami duhet të diskutohet si një tërësi shpir-tërore-materiale e cila mund të sendërtohet vetëm nëpërmjet karakteristikave thelbësore të këtyre dy elementeve përbërëse dhe disiplinave të cilat janë të prezentuara si vazhdimësi e tyre. 

    Aktivitetet sufike në Balkan kanë filluar para ardhjes së osmanëve ndërsa janë institucionalizuar dhe përhapur në kohën e Osmanëve. Shteti osman me të madhe është ndihmuar nga ana e dervishëve në vendosjen dhe përqëndrimin e Islamit në viset e riçliruara dhe si pasojë u kanë mundësuar të veprojnë lirshëm dhe i kanë ndihmuar finansiarisht. Krahas xhamive, medreseve, imareteve, karavansarajeve në viset e cliruara kanë ndërtuar edhe  teqe ose atyre qe kanë qenë të ndërtuar u kanë ndarë fonde për veprimtari të rehatshme. Për shembull Osmanlinjtë pas çlirimit të Dimetokës në vitin 1361, që sot gjindet në pjesën e Thrakisë në Greqi kanë ndërtuar teqenë e Abdall Xhunejdit. Gazi Evrenos Beu në vitin 1390 e ka ndërtuar teqenë e Shejh Hashimit në Janinë. Në Sarajeve vetëm dhjetë vite pas çlirimit, në vitin 1463 ka patur dy teqe. Njëri prej burshtetasve Osman në kohën e Fatih Mehmet Sulltanit dhe edukatori i djalit të tij Bajezidit të II, Koxha Mirahor Iljas Beu në Korçë ka ndrëtuar një xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Sultan Bajezidi në vitin 1492 e ka vizituar Beratin dhe për tu dukur ai si qytet islamik ka ndërtuar në te një xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Gjithashtu në fund të shekullit të XV dhe fillim të shekullit të XVI Uzguroglu Ahmed beu ka ndërtuar xhami, medrese, mekteb dhe teqe. Në vorrin e Sari Saltukut , Sultan bajezidi i II ka ndërtuar një tyrbe, një xhami. Medrese dhe një teqe. Në qytetin e Elbasanit në Shqipëri, i themeluar nga ana  e Osmanëve, Beglerbegu i Rumelisë dhe admirali ushtarak Sinaneddin Jusuf Pasha në vitin 1502 ka ndërtuar një medrese, hamam dhe një teqe. Në Peçin , Jeniçerag Abdi Pasha ka ndërtuar një medrese, një hamam dhe një teqe. Mëkëmbësi kuptimor (halife) i Merkez Efendiut nga Halvetijtë, jakub Efendiu (v.979/1571) në fillim të shekullit të XVI ka ndërtuar një xhami dhe një teqe në Vlorë, ndërsa më vonë Sultan Sulejmani e ka ndërtuar edhe njëhre këtë xhami. Më pas në këtë qytet janë ndërtuar edhe shumë ndërtesa tjera dhe Vlora që në fillim të shekullit XVI nuk ka patur asnjë musliman , në fillim të shekullit të XVII në masë të madhe ka qenë e banuar me muslimanë. Në shekullin e XIX i tërë qyteti i Vlorës ka qenë musliman. Edhe në jug në qytetin e Përmetit është ndërtuar një xhami, një mesxhid, një medrese, një mekteb dhe një teqe.

    Nga ana tjetër teqetë  e themeluara në vise të ndryshme të ballkanit, përveç se janë shndëruar në epiqendra të gravitimit të popullatëls përreth, ata kanë ndikuar në islamizimin  epopullatës si dhe në themelimin   e qyteteve të ndryshme në këto vise. Disa prej vendbanimeve në ballkan e mbajnë emrin e ndonji dervishi, sufiu apo objekti të teqesë dhe kjo e argumenton të sipërpërmendurën. Për shembull në Bullgari në qytetin e Haskojit ka disa lagje me emërtime sufike, si Sofullar, lagja eteqesë, lagja e dervishëve, Lagja e teqesë në Vidin, fshati sufijve në Varna, Fshati i teqesë së madhe në Shumnu, fshati i sufijve në Kizanlik, Fshati i Bali Efendiut , ku gjindet edhe tyrbeja e tij në Sofje ( Knezheva); Në Greqi, lagja e dervishëve në Drama, fshati i dervishëve në Xanthi, fshati Kizil deli dhe  Lumi i sufive i Dimetokës; Në Maqedoni, Lagja e teqesë së sipërme në Shtip, fshati i teqesë në Shkup; në Rumuni, vendbanimi Babadag në Dobruxha , ku është edhe tyrbeja e Saltuk Babës.

    Para ardhjes së osmanëve , në viset e caktuara shqiptare kanë ardhur grupe të dervishëve udhëtues (sejjah) dhe popullatës nga njëra anë ua kanë sqaruar parimet islame, kurse në anën tjetër ua kanë prezentuar një botëkuptim tolerant të ndërtimit të shoqërisë njerëzore, gjë të cilën ata nuk e kishin përjetuar. Si rrjedhim vise të caktuara shqiptare u njoftuan ose edhe i pranuan parimet islame ende pa shkelur këmba e ushtarëve në to. Me fjalë të tjera popullata psikologjikisht u përgatit për pranimin e fesë dhe administratës së re. 

    Roli vendimtar i tarikatve dhe teqeve në pranimin dhe vendosjen e Islamit në viset shqiptare shihet edhe nga fakti se pothuajse në të gjitha qendrat dhe udhëkryqet brenda hapësirës shqiptare kanë ekzistuar teqe dhe zavije.  Teqetë në aktivitetet e tyre ekonomike dhe shoqërore në masë të madhe nuk kanë bërë ndarje të popullatës në bazë të etnicitetit, fesë dhe gjuhës, prandaj edhe kanë qenë të vizituara nga ana e shtresave të gjera të popullatës.

    Sufijtë krahas aktiviteteve të tyre në fushën e tesavvufit islam, në masë të madhe, kanë qenë të ikuadruar edhe në jetën shoqërore dhe teqetë e tyre i kanë shndërruar në qendrat të artit, shkencës dhe aktiviteteve të ndryshme pozitive në shoqëri.

    Teqetë, gjithashtu, kanë qende vende ku janë kultivuar disiplinat shkencore të lashta, urtësia perenniale, alkemia, astrologjia dhe mjekësia dhe si pasojë kanë ndërtuar një botë të larmishme që ka paraqitur konglomerat të shpirtit dhe lëndës.

    Tesavvufi ka filluar të vendoset në Ballkan në shekujt e XIII dhe XIV, por, shekujt e XVIII dhe XIX konsiderohen si dy shekujt më aktiv nga aspekti i aktivitetit të tarikateve, ndërtimit të teqeve dhe pjesëmarrjes së sufijve në jetën shoqërore.

    Tarikati Halveti i zgjeruar në botën islame me më shunmë degë falë aktivitetit të palodhshëm të ndjekësve të Sejjid Jahja Shirvaniut  ka qenë prezent shekuj me rradhë edhe në jetën ekonomike, sociale dhe kulturore të viseve ballkanike dhe në veçanti të shqiptarëve.

    Tarikati Halveti është ndër tarikatet më të zgjeruara në periudhën osmane në Bosnjë dhe Hercegovinë, Serbi, Kosovë, Maqedoni dhe Shqipëri.

    Dega më e zgjeruar e tarikatit Halveti në Maqedoni është dega Hajatije e themeluar nga ana e Pir Mehmed Hajatiut (1180/1766-67). Aktiviteti i kësaj nëndege të degës Ramazanijje të tarikatit Halveti ka vazhduar deri në ditët e sodit.

    Ky studjim i shkurër do të paraqesë disa njohuri të shkurtëra në lidhje me parimet e përgjithshme të tarikatit Halveti  dhe nëndegës së tij, Hajatijjes me qendër në Ohër.

    Tarikati Halvetijje

    Është e njohur se halvetijjeja si tarikat më i zgjeruar në Shqipëri ka depërtuar shumë herët. Teqeja e Shejh Hashimit në Janinë e ndërtuar nga ana  e Gazi Evrenos Beut në vitin 1390 është teqe halvetijje. Një tjetër halvetijje është ndërtuar nga ana  eMirahor Iljas Beut në Vlorë në vitin 1490.[1] Sulltan Bajezidi i II në vitin 1492 ka ndërtuar një xhami, medrese, hamam dhe një teqe halvetijje ( Teqeja e Shejh Hasanit).[2] Në shekullin e XVIII (1196/1782) Kurd Ahmed Pasha e ka rindërtuar këtë teqe për Shejh Hasanin e halvetive. [3]  Babingeri në vitin 1920  e ka vizituar Beratinb dhe e thotë të njëjtën gjë për këtë teqe.[4] Gjithashtu edhe Shejh Azizi i halvetive në gjysmën e parë të shekullit të XVII ka ndërtuar një teqe në Berat.[5] Admirali Osman i periudhës së Bajezidit të II dhe Javuz Sultan Selimit, Sinanuddin Jusuf Pasha në kohën kurf ishte beglerbeg i Rumelisë në Elbasan në vitin 1502 brenda kalasë së vjetër ka ndërtuar  xhami, imaret, hamam, dhe një teqe halvetije. Kjo teqe kay patur shumë fonde dhe numër të madh të dervishëve dhe ka qenë teqeja më  emadhe e Elbasanit. [6]Shejh Jakub Efendiu[7] nëpërmjet të aktiviteteve të tij në shekullin e XVI në Janinë ka ndikuar edhe në përhapjen e halvetijjes deri në Delvinë dhe Vlorë.[8] Jakub Efendiu në Vlorë ka ndërtuar një teqe dhe mesxhid për aktivitetet e tarikatit, ndërsa më vonë në vitin 949 /1542-43 Sulltan Sulejmani këtë mesxhid e ka rindërtuar sdi xhami. [9] Evlija Çelebiu në vitin 1670-71 thotë se në Vlorë ka tre teqe të lidhura për Shejh Jakub Efendiun dhe ka një numër të madh të dervishëve që edukohen në to. [10] Në shekullin e XVII Vlora, Berati dhe Delvina janë shndëruar në qendra të tarikatit halveti dhe më pas prej këtu tarikati ka kaluar edhe në Maqedoni dhe Kosovë.[11] Më vonë halvetijjeja me degët ramazanijje dhe hajatijje dhe më pak me sinanijjen prej qendrave të saj në Prizren dhe Ohër përsëri është përhapur në Shqipëri.[12] Dihet që  halifetë e Shejh Husein Siroziut ( v.1110/1698-99), Shejh Osman Baba e ka themeluar teqenë halvetijje ramazanijje të Saraçhanes në Prizren, ndërsa Pir Mehmed Hajatiu, teqenë halvetijje hajatijje në Ohër. Shejh Garibi i fshatit Çaj në afersi të Tiranës nëpërmjet të qendrës halvetijje akbashijje ka ndikuar në përhapjen e halvetive në Shqipëri.[13] Në Shqipëri ka vepruar edhe një degë tjetër e  halvetive, tixhanijtë. Edhe pse nuk është hasur në teqe të tyre dihet që Shejh Hasani i Shkodrës është përpjekur për përhapjen e këtij tarikati. [14]sejahatnamen e shkruar nga ana e Evlija Çelebiut në vitin 1670-71 thuhet që në oborin e Xhamisë së teqes në Gjhirokastër ka patur dhoma të dervishëve dhe aty ka qenë shejh një njeri shumë i ngritur, Shejh Abdullahu.[15] Në vitin 1796-97 është themeluar edhe një teqe halvetije në Leskovik.[16]

    Përveç qyteteve të lartëpërmendura halvetijtë kanë ndërtuar edhe shumë teqe të tjera në qytete të ndryshme të Shqipërisë dhe janë shpërndarë në të katër anët e  saj. Qytetet tjera në Shqipëri që kanë patur teqe halvetijje janë: Kukes 3 teqe, Luma, mat, Peshkopi, Devoll, Pogradec, Përmet dhe Sarandë. Edhe teqeja bektashijje e Gazi Sinan Pashës nga viti 1826 i është dhënë në përkujdesje halvetive.[17]

    Pir Mehmed Hajatiu dhe Teqeja qendrore e Ohrit

    Dega më e përhapur e Tarikatit Halveti në Maqedoni s’ka dyshim se ka qenë Dega Hajatijje. Dega Hajatijje është themeluar nga Pir Mehmed Hajatiu (v.1180/1766-67) dhe është nëndegë e Degës Ramazanijje-Ahmedijje të Tarikatit Halveti.

    Pir Mehmed Hajatiu ka lindur në Buharë, ku ka marrë mësimet e para dhe është vendosur në Edrene. Prej Edrenesë ka shkuar në Serez pranë Husein Baba Siroziut dhe aty e ka përfunduar sejr-i sulukin e tij. Me rekomandimin e Husein Baba Siroziut është nisur për në viset e Maqedonisë së sotme dhe është ndalur në Kërçovë. Në vitin 1667 ka ardhur në Ohër, mirëpo administratorët e qytetit nuk e kanë lejuar që të ndërtojë teqe brenda në qytet. Ai ka ndërtuar një teqe jashtë qytetit, por nuk është pajtuar me mendimin e udhëheqësve të qytetit, prandaj ka shkuar tre herë në Stamboll për t’u ankuar. Në fund i është lejuar që të ndërtojë teqenë pranë Medresesë së Ohrit.  Shejh Mehmet Hajatiu në Teqenë e Ohrit ka përgatitur edhe dervishë për teqetë e tjera anembanë territorit shqiptar. Teqeja Halveti-Hajati e Ohrit njëkohësisht është edhe teqe qendrore (asitane) e kësaj dege.

    Teqeja Hajatijje e Ohrit si qendër e madhe sufike ka ndikuar në zhvillimin sufik, kulturor të Ohrit si dhe të qyteteve përreth tij. Dervishët e kësaj teqeje më vonë kanë hapur teqe në Strugë, Kërçovë, Manastir, Shtip, Gjirokastër, Elbasan etj.

    Përveç kësaj teqeje në Ohër si teqe halvetiane ka vepruar edhe Teqeja e Shejh Hasanit e cila ka qenë aktive deri në Luftën e Parë Botërore.

    Teqeja Halveti-Hajati e Strugës është themeluar nga ana e Hasan Dedeut, murid i birit të Pir Mehmed Hajatiut, Shejh Osmanit.

    Më sipër përmendëm se Pir Mehmed Hajatiu në fillim është ndalur në Kërçovë. Ai është vendosur në Xhaminë e Is’hak Beut dhe aty ka ndikuar që imami i xhamisë së bashku me nxënësit e tij të hyjnë në tarikatin e tij dhe më vonë të themelojë një teqe të këtij tarikati në Kërçovë. Teqeja e dytë Halveti-Hajati në Kërçovë është themeluar nga ana e Çullu Babës. Teqenë e tretë të këtij tarikati e ka themeluar Shejh Abdu’l-Kerimi. Përveç teqeve brenda në Kërçovë një teqe halveti-hajati ka patur edhe në fshatin Zajas, themelues i së cilës është Shejh Selimi. Kjo teqe më vonë është shndërruar në xhami, por në oborrin e saj janë tyrbet e Shejh Selimit dhe Shejh Mustafait. 

    Halifeja i Shejh Osmanit të Ohrit, Abdi Baba, në Mëhallën e Epërme të Shtipit ka ndërtuar një teqe halveti-hajati. Dervishët e kësaj teqeje e kanë përhapur Tarikatin Halveti edhe në qytetet dhe fshatrat tjera të Maqedonisë Lindore.

    Dhikri dhe ritualet e Tarikatit Halveti-Hajati janë pothuajse të njëjta me ato të degëve të tjera të këtij tarikati.

    Teqeja Halveti Hajati në njohur ka qenë vend ku është sendërtuar edukimi i unit njerëzor. Përveç kësaj ajo në mënyrë të drejtpërdrejtë ose tërthorazi  është inkuadruar në të gjitha fushat e jetës shoqërore dhe me metodat e posaçme  i ka sistematizuar aktivitetet e ndryshme të shoqërisë. Si rrjedhim ka qenë një vend ku përveç qetësisë shpirtërore janë plotësuar edhe shumë nevoja materiale të popullatës.

    Teqeja Halveti -hajati, si vende ku janë bashkuar shumë institucione shoqërore, në relacionet e saj me popullatën kanë vepruar si konak, spital, qendër specializimi, qendër arti, vend qetësimi, vend pikniku, strehimore për pleqtë etj.

    Nnjë herë ose dy herë në javë janë mbajtur ligjërata për popullatën. Tradita të këtilla vazhdojnë edhe sot e kësaj dite në disa prej teqeve.

    Pranë ose brenda teqes ka pasur kuzhinë (imaret) ku janë ushqyer të varfërit, endacakët, pleqtë, skamnorët. Ky aktivitet i teqes ka ndikuar në rritjen e simpatisë ndaj saj në qytetin e Ohrit dhe më gjerë.

    Herë pas here shejhët e teqes Halveti Hajati e  kanë përdorur afërsinë e tyre me administruesit shtetërorë dhe kanë ndikuar në përmirësimin e gjendjes së popullatës në mjedise të caktuara.

    Njerëzit të cilët kanë përjetuar tronditje psikike ose kanë qenë të sëmurë prej sëmundjeve psikosomatike kanë gjetur prehje në këtë teqe.

    Teqeja Halveti hajati si edhe shumë teqe të tjera, gjithashtu kanë shërbyer edhe si qendra ku janë mësuar zeje të ndryshme. Janë të njohura shoqatat mistike-zejtare të ahijve në sistematizimin e zejeve dhe përgatitjen e mjeshtërve të rinj.

    Shejhët dhe dervishët e kësaj teqeje kanë shkruar poezi në të cilat i kanë prezentuar nevojat dhe vuajtjet e popullatës, kanë shkruar poezi klasike për dashurinë hyjnore, për ritualet dhe rregullat e tarikateve të veçanta etj., dhe në këtë mënyrë kanë krijuar një letërsi të teqesë me vlera të larta artistike.

    SHTOJCË:

    FOTOGRAFITË

    1. Pamje e TeqesëqendroreHalvetëHajatinëOhër
    2. Teqeja qendrore Halveti Hajati në Ohër
    • Minareja e Teqesë qendrore Halveti Hajati në Ohër

    4.         Tyrbeja e Teqesë qendore Halveti Hajati në Ohër

    5. Pjesa e brendshme e tyrbes në Teqenë qendrore Halveti Hajati në Ohër

    6. Pamje nga brendia e teqesë.

    7.         Shadërvani i Teqesë qendrore Halveti Hajati në Ohër. 

    ABSTRAKT

    Islami si një lëvizje e gjerë teologjike, ideore, qytetëruese, kulturore dhe si mënyrë e jetës, ka pasur nevojë t’u përgjigjet një numri të konsiderueshëm të pyetjeve ekzistenciale dhe të ndërtojë institucione dhe organizma të cilët në mënyrë pragmatike do t’i zbërthejnë nevojat e individit dhe të shoqërisë. Një pjesë e institucioneve të nevojshme për mënyrën e jetës dhe botëkuptimin islamik janë të themeluara në kohën e Pejgamberit a.s., pjesa tjetër në periudhën e katër halifeve të drejtë, ndërsa pjesa tjetër është sendërtuar në periudhat e mëvonshme. Nëse parashtrohet pyetja se si ka mundësi që të jetësohet Islami ose feja në sistemin e ri botëror, atëherë njëra prej çështjeve që duhet diskutuar në përgjigjen ndaj kësaj pyetjeje është edhe botëkuptimi sufik, gjegjësisht mistik dhe vendi i praktikës dhe përvojës mistike në jetën e njeriut të sotshëm. Pikërisht për këtë Islami, edhe në mesin e shqiptarëve,  duhet të diskutohet si një tërësi shpir-tërore-materiale e cila mund të sendërtohet vetëm nëpërmjet karakteristikave thelbësore të këtyre dy elementeve përbërëse dhe disiplinave të cilat janë të prezentuara si vazhdimësi e tyre. 

    Tarikati Halveti është ndër tarikatet kryesore të kulturës muslimane që thelbësisht është i pranishëm edhe në trojet shqiptare. Teqja halveti –hajati e Ohrit është qendër/asitane e kësaj dege të tarikatit halveti dhe gjindet në trojet shqiptare. Ky studim e ka për qëllim analizën e përmasës historike të kësaj teqje dhe ndikimeve të saj përreth si dhe mundësinë ekrijimit të një paraqigme për ardhmërinë e fesë, kulturës dhe bashkëjetesës në trojet tona.

    Fjalët kyçe: Tarikat, halveti, hajati, përshpirtshmëri, përbotshmëri.


    [1]           Robert  Elsie, “ Islam and the Dervish Sects of Albania: An introduction to their historz, development and current situation”, The Islamic Quarterly, XVLII (1998), nr. 4, f.275.

    [2]           Evliya Çelebi, Seyahatname, Istanbul 1928, VIII, 693; gjithashtu, Machiel Kiel, Ottoman Architectures in Albania 1385-1912, Istanbul 1410/1990, f49

    [3]           Kiel, Ottoman Architecture inAlbania, f.51

    [4]           Kiel, po aty, f.52

    [5]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 694; Kiel, po aty, f.49.

    [6]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 721; Kiel, Ottoman Architecture in Albania, f.109. Në disa burime thuhet që teqeja  e ndërtuar nga ana e Sinanuddin Jusuf Pashes ka qenë teqe xhelvetijje, mirëpo pasi xhelvetijjeja në atë periudhë ende nuk ka qenë e paraqitur , kjo informatë nuk mund të jetë  evërtetë.

    [7]           Jusuf b. Jakub, Menakib-i sherif ve tarikatname-i piran, 1290, f.63; Mahmud Cemaluddin Hulvi, Lemezat-i hulvijje ez lemeat-i ulvijje, Bibl. Sulejmanijje, Halet efendi, nr. 281, fl. 228b-229a.

    [8]           Peter Bartl, Milli Bagimsizlik Hareketi Esnasinda Arnavutluk Muslumanlari 1878-1912 (përkth. në turq. Ali Taner), Istanbul 1998, f.191; gjithashtu, Rizai Skender, “Delvine”, DIA, IX, 147.

    [9]           Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 706; Kiel, po aty, f.267, 273; po i njëjti autor, “Avlonya” DIA, IV, 118-119.

    [10]          Evlija Çelebi, po aty, VIII, 706-708.

    [11]          Elsie, f.275. Evlija çelebiu thotë se në Delvinë ka tre teqe, por nuk e thekson se cilit tarikat i takojnë. Por pasi Delvina në shekullin e XVII ka qenë prej qendrave të halvetijjes mund të konstatohet se ata kanë qenë halvetijje.

    [12]          Metin Izeti, XVIII. Ve XIX. Yuzyilda balkanlarda Tasavvuf Akimlari, Istanbul 2003, f.186-188.

    [13]          Izeti, po aty,f.188.

    [14]          Elsie, f.270.

    [15]          Evlija Çelebi, Seyahatname, VIII, 677.

    [16]          Kiel, Ottoman Architecture in Albania, f.199

    [17]          Elsie, f.270.