Category: 2007

  • ZGJIMI I NDIESISË – ABDI BAJRAMI

    ZGJIMI I NDIESISË – ABDI BAJRAMI

    ZGJIMI I NDIESISË

    Piktura si kristalizim i shpirtit dhe formës së kontemplacionit të pandërprerë të metafizikës zbuluese,  e veshur me petkun e përsoshmërisë që nuk i përket kësaj përmase botërore të fundshmërisë dhe vdekshmërisë, jep një porosi transcedentale kuptimore. Si e tillë ajo e përcjell shpirtërinë në trajtë të një manifestimi të pastër dhe të përkryer me gjuhën e pakohësisë, i cili pikërisht për shkak  të pakohësisë dhe simbolizmit është më ndikuese dhe më pak problematike.

    Abdi Bajrami i frymëzuar prej kësaj lidhjeje nuk pikturon pejsazhe klasike por depërton në masat reliefe dhe morfologjinë e tyre. Pejsazhi në perspektivën e tij  nuk është vetëm segment konkret i natyrës së fundme por është i tërhequr nga një gjallëri permanente që pasqyrohet edhe në përdorimin e ngjyrave. Te Bajrami pejsazhi nuk është as kulis e as dekor, pejsazhi i tij është i dehumanizuar, pa njeriun. Natyra është e prezentuar në një barazpeshë kozmike në të cilën realiteti transformohet dhe kornizohet me qëllim për të kënaq dispozitat e shpirtit  në linkun me vlerat estetike.

    Struktura enigmatike e pikturave të tij nuk rezaton vetëm nga arsyeja, por edhe nga intuita. Për pasojë në veprën e tij shihet një  intenzitet maksimal i sugjestioneve përtej dukshmërisë materiale.  Ai lëshohet deri në thellësitë e caktuara të ndiesisë dhe e shpreh atë që është e fshehur në zemrat tona…

  • “M.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI MİLLİ KONZERVASYON MERKEZİ SAYIN DR.METİN İZETİ BEY İLE MÜLAKAT “

    “M.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI MİLLİ KONZERVASYON MERKEZİ SAYIN DR.METİN İZETİ BEY İLE MÜLAKAT “

    1. Doktora teziniz “’Balkanlarda 18. Ve19.yüzyillarda Tasavvuf Akımları” bu bağlamda Balkanlardaki Tasavvuf’un doğuşunu hazırlayan ortamı anlatır mısınız?

    Balkan milletlerinin ve özellikle arnavut tarihinin aydınlanmasında ve daha doğru ve objektif bir şekilde sergilenmesinde önemli sorunlardan biri Osmanlı döneminde toplumu oluşturan mekanizmaların derunî araştırılmasıdır. Osmanlı devletinin çekilişinden itibaren sabit toplum ve yönetim kurma arayışları içerisinde olan arnavut toplumu bir monarşi ve katı komunist yönetiminin baskısı altında hayatiyetini devam ettirmiştir. Bu dönemde bilinçli olarak önceki dönemin tüm toplumsal araçları resmi tarih kurumları tarafından gerici, perspektifsiz ve yıkıcı paradigmaları ile gösterilmiştir. İyi amma bu yanlış ve gayet sübjektif yaklaşım beş asırlık bir tarihin, ki arnavutların dünya arenasında yer almaları açısından çok önemlidir, öğrenilememesine ve gün ışığına çıkamamasına sebep olmuştur. Bu beş asırlık dönemin içerisinde tabii ki iki taraftan da, sıkıntılar, yanlışlar mevcuttur, fakat onların doğru araştırılması objektif tarihi ortaya koyarak yeni perspektifler yaratabilecektir. Osmanlı dönemine ait olan diğer tüm alanlarda olduğu gibi, Osmanlı döneminde arnavut bölgelerinde halkı maddi ve manevi açıdan canlı tutan tarikat müesseseleri de çok az araştırılmıştır.

    Osmanlılar balkan topraklarına yöneldikleri zamanlarda Balkanlar mezhep ve hanedan kavgalarınını yol açtığı siyasî ve dînî bir kaos içerisindeydi. Osmanlı devletinin askerî yönün ötesinde  ideolojik planda İslam dininin düzenli, sistematik ve insan yapısına uygun din ve öğretileri, birbirleriyle devamlı savaş  hali içerisinde  bulunan Hıristiyan gruplara yapıcı bir teolojik ve pragmatik alternatif sunmuştur. Malûm olduğu üzre her tarikatın temelinde insan nefsini terbiye etmek ve insan istidatlarına ve tabiatına uygun bir din anlayışı sunmak vardır. İnsanların yaratılışlarında kainatın bir sırrı olarak her ferd birbirinden farklı bir mizaca, fikre ve hissiyata sahip olarak yaratılmıştır. Her insanın kendi şahsiyeti içerisinde bağımsız bir alem teşkil ettiği gibi o aynı zamanda sosyalleşmeye muhtaç olan bir varlıktır. Yani insanı toplum dışı bir varlık olarak görmek veya düşünmek mümkün değildir.

    İnsan kapasiteinin bu inceliğini çok iyi kavrayan değişik tasavvuf akımlarına mensup şahıslar bir yandan insan ferdiyetine diğer taraftan da sosyal yönüne gereken önemi vererek şahıs ve toplumlara uygun bir anlayış sunmuştur.Tekkelerin iktisadî ve sosyal alandaki faaliyetlerinde din, dil, ırk farkı gözetmemeleri halk tarafından epeyce rağbet görmelerine vesîle olmuştur. Dervişler, hangi dinin mensubu olursa olsun halkla karışıp kaynaşarak halk kitlelerini yönlendirmede önemli ölçüde başarılı olmuşlardır. Dervişlerin boş topraklarda kurdukları tekke ve zâviyelerin etrafında zamanla köyler oluşarak, buraları birer din, kültür ve sanat merkezleri haline gelmiştir. Genellikle bu tekke ve zâviyeler etrafında oluşan yerleşim birimleri kurucu dervişlerin adlarıyla veya Şeyhler Köyü, Dervişler Köyü, Tekke Mahallesi, Dedeköy gibi isimlerle anılmaktadır.

    • Balkanlarda Tasavvuf etkisini Osmanlı dönemi ve bugün ile kıyasladığınızda ne tür farklılıklar göze çarpmaktadır?

    Tarikatlar ve tekkeler Anadolu toplumu bünyesinde sosyal, siyasî ve dinî alanda topladıkları sempatiyi Balkanlarda yaşayan halk tarafından da görmüşlerdir. Özellikle tekke yapımında toplumun değişik kesimleri ellerinde var olan güçle yardımcı olmaya çalışmıştır.

    Balkanlara XIII. yüzyıldan itibaren yerleşmeye başlayan Islam tasavvuf anlayışının XVIII. ve XIX. yüzyılda tesir ve yaygınlığının önceki yüzyıllara göre arttığına, değişik yerlerde inşa edilen tekkelerle bağlılarının geniş kitlelere ulaştığına ve mürid halkalarının genişlediğine şahit olmaktayız.Mezkur  bölgelere ve yüzyıllara genel olarak baktığımızda şu tarikatların faaliyet gösterdiğini görmekteyiz: Mevlevîlik, Nakşibendîlik, Halvetîlik, Kâdirîlik, Rifâîlik, Saʽdîlik, Bektaşîlik ve Melâmîlik.

    Dervişlerin kitlelere yönelik bu fonksiyonunun dışında bir de doğrudan şahıslara yönelik tasavvufun temel hedeflerinden olan insanın mânevî terbiyesi vardır. Bu mânevî terbiye netîcesinde insanlar insanlık şuuruna varıp Yaratıcının istediği şekilde hayâtlarını sürdürmeye çalışacaklardır.

    Bir nevi irfan ocakları olan tekkelerin  kuruluş  dönemleri, savaş, anarşi, kriz ve buhran açısından çağımızla büyük ölçüde paralellik arzetmektedir. Onlar Anadoluda ve Balkanlarda, başlarına gelebilecek birçok tehlike yüzünden, yaşadıkları bölgeleri aileleriyle birlikte terk etmek zorunda kalmışlardır. İnsanlar, sadece mallarını ve işlerini değil, moral ve ümitlerini de kaybetmişlerdi. İşte böyle bir ortamda böyle bir durumda, tekke ve tarikatlar insanları imana, ümit ve sevgiye davet ederek yeni bir perspektif ve paradigma ortaya atıyor, yüzyıllarca değişik ortamlarda etkisini sürdürebilecek bir bilinç inşa ediyor ve  önce ile sonra birçok mütefekkirin sistemi içerisinde yer alacağı, bir olgun insan portresi çizmişlerdir.

    Osmanlılar balkanlar’a sufi paradıgmasını ön planda tutarak ilerlemişlerdir. Sufi paradigması kendi etkisini dinin sadece nazari yerleşmesinde değil aynı zamanda toplumsal hayatta ki görünüşlerinde de göstermiştir. Aslında Balkanlar’da şehirlerin kültür antropolojisi tasavvuf antropolojisinin bir devamı ve şekli yönüdür.

    Osmanlı şehiri aslında bir insan-ı kamil anlayışının mekan dahilinde, yatay şekilde yer almasıdır. Sufî antropolojisinin tüm nazarî tecrübesi, kemale ve yüceliğe ulaşmış insan olan insan-ı kamil, evrensel ve ideal olan insan-ı kulli ve mutlak ve ruhanî olan insan-ı mutlak terkipleri ve ifadeleri etrafında toplanmıştır. İnsan-ı kâmil anlayışını mitolojik bir süreç olarak görmek yanlıştır, çünkü Kuran metninin bütünlüğü ve manasında insanın primordial ve evrensel karakteri zikredilmiştir. Insanda ki kemal anlayışı müslüman toplumun tüm yönlerine de aktarılmıştır.

    XIX. ve XX. Asrın başlarından itibaren Osmanlı devleti balkanın değişik ülkelerinden uzaklaştırırken onunla beraber devletin mayasında olan tasavvuf öğretilerine karşı da çok yönlü saldırılar başlamıştır. Balkanlarda XIX. Asrın ilk yarısından başlayarak kurulan devletler tekkeleri yakmış yıkmış, postta oturanları öldürmüş, dervişanı dağıtmıştır. Diğer taraftan da devlet politikası olarak bu irfan ocaklarının paradigmasını yıkmaya çalışmıştır. Sonuç olarak Sırbistan, Bulgaristan, Yunanistan da tekkeler ve tekke kültürü tamamen silinmiş, Makedonya, Arnavutluk ve Kosova da ise tekke ve tarikatların İslam öğretilerinden taviz vermeleri ve İslamın esaslarından oldukça uzaklaşmalarına sonuna kadar mücadele gösterilmiştir. Sonuç olarak XIX. ve XX. Asırlarda çehresi tanınmayan bir tasavvuf anlayışı ve tekke organizasyonu mezkur ülkeleri sarmıştır. Tabii ki tasavvuf ve maneviyata karşı bu saldırı dünyanın genelinde mevcuttur. Materializm çağı yapacağını yapmış ve dinin fenomen boyutunda da etkisini gösterip maneviyatı çehresiz bir din anlayışı ile bizleri karşı karşıya bırakmıştır.

    Kanaatimce insanlığın dînî, ilmî ve sosyo-psikolojik açıdan birçok sıkıntılarının olduğu günümüzde, bu problemlere çözüm önerileri sunabilecek fikirler, ancak büyük kargaşalıklar ve çalkantıların yaşandığı dönemlerde fert ve toplumun dînî ve sosyal yapısını ayakta tutmayı ve yeniden inşasını başarmış bir paradigma ile mümkündür. Tekke ve tarikatlar ve başlarında olan mürşitler  bu perspektifi çok güzel bir şekilde işlemiş ve esas fıtratını anlamış insan-ı kâmil anlayışında temsil ettirmişlerdir ve günümüzde de güzel örneklerle yapabaileceklerini inanmaktayım.

    • Makedonya’da Müslüman entellektüellerinin toplumdaki yeri ve etkileri için neler söyleyebilirsiniz?

    Makedonyada müslüman entellektüelinin toplumsal hayatın içerisinde etkili bir rölünün olduğunu söylemek oldukça zor olduğunu söyleyebilirim. Aydın kişileri yetiştiren kurumlar kuruldukları amaçlara hizmet etmek konusunda pek başarılı olduğunu düşünmüyorum. Üniversiteler hem kısıtlı imkanlarından hem de mikroburjuva anlayışlarından dolayı gerçek manada entelektüel yetiştirememekte ve kaliteli aydınların olmaması aydın kitleyi siyaset ve değişik oluşumların etkisi altında bırakmaktadır. Maalesef Makedonyada ki enetelektüel hayatın içerisinde problemleri tartışma anlayışı tamamen ölmüş ve birçok problemler evrensel çözüm üretme anlayışı ile değil şahsi menfaatler perspektifinden bakılmaktadır. Yani bu karamsar bir tablo değil, tam tersine bir realite tespitidir. Makedonya da toplumun ayakta kalabilmesi için mutlaka eğitim ve öğretim kurumların güçlendirilmesi gerekmektedir ve idealist aydınların yetiştirilmesi zorunludur.

    • Balkanlardaki İslam anlayışında Türkiye’nin etkisi var. Bunun tek sebebi uzun zaman Balkanların Osmanlı idaresi altında olması mı, yoksa bölgeye ait başka faktörler mi etkili oldu?

    Türkiye Cumhuriyetinin ve içinde yaşayan vatandaşların balkanlarla sadece fiziki sınırlarla koparılamayacak bağları bulunmaktadır. Bu bağlar akrabalık ilişkilerden başlayarak sosyal ve manevi hayatın birçok alanlarına yansımaktadırlar. Özellikle Türkiye ile balkanlar arasında en önemli bağlardan birisini kültür birliği oluşturmaktadır. Bu iki cümle ile ifade etmek istediğim gerçek kaçınılmaz ve gözardı edilmesi imkansız olan bir fenomendir.

    Osmanlı Devletinin balkan bölgelerinden çekilmesinden sonra, 70-80 yıllık cumhuriyet tarihinde, değişik sebeplerden dolayı Türkiye ile balkanlar arasında hissedilen derin bir kopukluk dönemi yaşanmıştır ve bu kopukluk özellikle bu bölgelerde otokton ve yerli olan müslümanların kültür kargaşası ve bunalımı yaşamalarına sebep teşkil etmiştir. Son dönemde Türkiye Cumhuriyetini yetkililerinin balkanlara doğru alakanın artması ve bu kültür kopukluğunun ve bunalımının ortadan kalkıp gerçek ve köklerimize dayali kültürün yeniden inşası için faaliyetlerin yapılması iyi niyetli çevreleri sevindirmiş fakat ard niyeti olan bazı çevreleri de rahatsız etmiştir.

    Bundan dolayı hem yerli halklar olarak hem de dışardan olayı yorumlamaya çalışan herkes Türkiye Cumhuriyetinin multietnik, multikonfesionel ve mültikültürel eksenli bu samimiyetini görmek gerekmektedir. Bu gerçeği görüp tespit etmek özellikle bölge insanı için ehemmiyet arz etmektedir. Nedenleri arasında en önemli olarak şunları söyleyebilirim:

    • Türkiye Cumhuriyeti Balkan halklarının öz kültürünü ve ortak kültürün ürünü olan unsurları yaşatmakla Osmanlı döneminden bu bölgelerde devam edegelen ve günümüzde en çok ihtiyacımız olan höşgörü, sevgi, saygı konseptlerinin yeni bir canlılık kazanmasına yardımcı olmaktadır.
    • Türkiye Cumhuriyeti ve bölgede faaliyet gösteren kültür ve yardım merkezleri insan ve toplum konularında devamlı baskıdan uzak ve hümanist bir yaklaşım sergilemektedir. Maalesef böyle bir yaklaşımı biz balkan halkları uzun zamandır unutmuşuz çünkü son yüzyılda her kim gelmişse sadece bölmüş, parçalamış ve kanımızın dökülmesine sebep olmuştur.
    • Türkiye Cumhuriyeti bölgede asla ve hiçbir zaman zorla ve baskıcı, bazı çevrelerin söyledikleri gibi, bir dini faaliyeti olmamıştır. Tam tersine şiddete başvuran ve İslam düşüncesini son dönemlerde ciddi sıkıntılara sokan, anlayış ve gruplara karşı, cumhurbaşkanından son memuruna kadar, olduklarını devamlı söylemiş ve onların geniş kitlelere etkisinin yayılmaması için elden gelen gayretini göstermiştir.
    • Türkiyenin bölgede mevcud olması buralarda yaşayan halkların öz kültürlerini yaşamalarına ve höşgörünün artmasına sebep teşkil edecektir. Zaten son dönemlerde yapılan faaliyetlerin de bu doğrultuda olduğunu açıkça görmekteyiz.
    • Aynı zamanda Türkiyenin bölgede mevcud olması dini aşırılıkların ve şiddetin önüne çıkılmasında en önemli etken olacağından asla şüphe yoktur.
    • Türkiyenin dini anlayışı kültürlü, sanatlı ve insanı yaşatmayı hedef seçmiş bir anlayıştır ve balkanlarda yaşayan bizlerin en çok ihtiyacı olan da bu olsa gerek.

    Hiç şüphesiz sıralanan gerçekler daha da çoğaltılabilir fakat en önemlisi olayları gerçekçi bir gözle değerlendirip çifte standartlardan uzak durmaktır. Gerçekçi olmayan ve konspiratif teorilere dayanan tespitlerden en çok zarar görecek olan yine biz, balkanlarda yaşayan halklar, oluruz.

    • Günümüzde Balkanlar’da İslamın durumu ne ? Tasavvuf hâlâ yaşıyor mu ?

    Balkan insanının İslam hamurunu aşk şerbeti ile yoğurmuşlardır. Ordulardan daha önce boş ve tenha arâzilere yerleşen sufîler bir taraftan Allah rızası için gelip geçenleri doyurmuş, diğer yandan da gayret, samimiyet, feragat ve mütevâziliklieriyle etraflarındaki insanların gönüllerine girip onların manevî ihtiyaçlarına hitap ederek onları din ve hakîkate davet etmişlerdir.Balkan  insanında Peygamber sevgisi İslam dininin aşk boyutu ağır basan bir ortamda gelişmiştir. Başlangıçtan itibaren Rumeli insanında Peygamber efendimizin portresi şöyle çizilmiştir: “ Muhammed a.s. bütün insanlığa, alemlere rahmet olarak gönderilmiş; bütün insanlara din, dil, ırk farkı gözetmeksizin çok şefkatlı ve merhametli davranmış; Allahu Teala ona şöyle hitap  etmiş; “ ve gerçekten  sen çok büyük bir ahlak üzerindesin”. Ve kezâ şöyle buyurmuş: “ Allahın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür”, Allahu Teala diğer tüm nebî ve rasüllerine ismiyle nidâ ettiği halde O’na-ikram ve tâzîm kasdıyla, “ey nebî”, “ ey rasul”, diye hitap etmiştir. Ashaptan ona iman edeceklerine ve yardım edeceklerine dair Allahu Teala söz almıştır.Allah O’nu bir gece Mescid-i Harem’dan Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür.Peygamberlerin tamamına imam olmuştur. Onu yüksek göklere ve en yüce makama çıkartarak onurlandırmıştır. Allah’a yakınlaşmanın yolu Peygamber sevgisinden geçer, onun için Peygamber ef. ismi zikredildiği zaman yer yer ayağa kalkılır, yer yer de kendine çeki düzen verip salavat getirilir. Bundan dolayıdır ki cami kitabelerinde, mezar taşlarında, tekke duvarlarında peygambere karşı bu aşkı ifâde eden şiirler yazılmıştır.

    İşte balkanların İslam anlayışı asırlar boyunca bu eksenli idi. Son dönemlerde değişik tarflardan gelen etkiler vasıtasıyla dinin geleneksel ve doğru olan payandalarına toplumsal tezahür açısından oldukça zararlar yapılmıştır. Tabii ki herkesin istediği gibi ınanması mümkündür fakat İslama ve kendisi gibi inanmayanlara tehdit teşkil edecek ve zarar verebilecek anlayışların toplumda yeri olmaması kanısındayım.

    Tasavvuf hem müessese hem de anlayış olarak hiçbir zaman Balkan insanından uzaklaşmamıştır. Günümüzde de durum aynıdır. Tabiiki geleneksel olarak faaliyet gösteren tekkelerde belirli sorunlar mevcuttur fakat günden güne  Kuran ve sünnetten taviz vermeyen sufi ve dervişler çoğalmakta ve mananın madde karşısında iki yüzyıldır kaybettiği mücadele yeniden esas güzergahını bulmaya çaba sarfetmektedir.

    • Son olarak Köprü Dergisi okuyucularına ne söylemek istersiniz?

    Köprüleri unutmayalım, onları yıkmayalım çünkü köprüleri yıkan sırattan zor geçer. Baki mehabbet ile…

  • МЕТИН ИЗЕТИ: РЕЛИГИЈСКОТО (ИСЛАМСКОТО) ОБРАЗОВАНИЕ-КАКО НЕОПХОДНОСТ ЗА СОЗДАВАЊЕ НА ЗДРАВО ОПШТЕСТВО

    МЕТИН ИЗЕТИ: РЕЛИГИЈСКОТО (ИСЛАМСКОТО) ОБРАЗОВАНИЕ-КАКО НЕОПХОДНОСТ ЗА СОЗДАВАЊЕ НА ЗДРАВО ОПШТЕСТВО

    Поголемиот дел од јавниот дијалог за образованието и религијата почива во интерпретацијата на правото, дефинирањето на улогата на државата, јавните и приватните образовни институции и религијските тела. Почнувајњќи од деведесеттите години на прочлото столетие дебатата за религијата и образованието во Европа стана по комплексно поради разни фактори. Сфатената  улога на образованието во националниот идентитет и национализмот во балканските судири кон крајот на прошлото столетие го постави образованието како средишен фактор во врска со фактот , какви врсти на граѓани и вредности се обликуваат кроз школовањето. Судирите во разните страни на светот во почетокот на третиот милениумго поттикнааа прашањето за можната врска помеѓу религијската индоктринација, и псеудорелигијските творби во сите димензии на представувањео на трансцеденталната идеа. Зголемениот плурализам во општествата, а посебно во балканското општество, и барањето на правата од страна на малцинствата исто така го доведоа во прашање политиката на образованието, и се концетрираа во дискриминацијата на религијската традиција и вредности на малцинските религии[1].  Како одговор на ова, многу влади во Европа ги преправаат или воведуваат нови образовни програми во кои учениците учат за различните религијски традиции, који можеби постојат во таа замја, или пошироко во светот. Исто така се посветуваа поголем интерес за разбирање на внатрешниот и духовен развој на децата на поширок начин и неговата импликација за образованието.

    *   *   *

    Веќе подолго време човекот  е зафатен, како би кажал познатиот Рене Гуенон[2] со кризата на вистинската интелектуалност односно универзалните вредности као што се доброто, убавото, племенитото, моралното, вредното итн., која  оди паралелно со сеопштата материјализација на светот во кој ние живееме. Уште во тридесеттите на прошлото столетие тој го пишува делото Кризата на Модерниот Свет[3]  во кое дело критички расправа за кризта на современата наука, образование, филозофија, право и политика.  Поради намаленоста на метафизичките принципи односно поради губењето на врската со принципите повисокиот поредок ( ослободувањето од традиционалната метафизика во корист на метафизиката  на слободниот човек), тој зборува за нарушената рамнотежа која формира параноиден, неуротичен и агресивен човек. Токму поради тоа од деведесеттите години па навака многу се зборува и пишува за стегнувањето и одсутноста на Бог (севтото) во денешниот свет, одсутноста која во себе ја подразбира, „ таа битна мака на нашиот дух„[4]  Оваа мака во главном е содржана во одвојеноста  и спротивставеноста на светото и профаното односно разореноста на целината на религиозниот феномен. Процесот на релативизирање на содржнта нее отпочнато со целокупната рационализација  на модерните општества како што мислеше Бебер, но уште порано во сколастичките дискусии околу релациата помеѓу разумот и верата, од каде што религијата малку помалку почнува да се сфати како привадна работа на секој поединец. Сфаќањето на религијата како приватна работа на секој поединец покасно че резултира со разноразни форми на неартикулирана, дифузна и субјективна религиозност на постмодерноа епоха. Поради тоа во прошлите два столетиа религијата во главном ке завршува во разините или на неразбирливото, ирационалното, крут легалитаризам (формализам или некаква врста на нормативна религиозност која ја има изгубено секоја врска со човекот и интелектуалноста. Луѓето на место да живеат со религијата, многу добро приметува Ж. Мардешиќ, почнаа да ја трошат религијата.[5]  

    Овој феномен е лоциран од страна на новиот светски систем на вредности, во период кога на многу злобен начин почна да го земе „арачот„ од самото светско опчтество.

    *   *   *

    Духовното наследство бара цивилизацијска и вредносна општествена примена…

    Приликите во кои ние се наоѓаме раѓаатмногу шанси, но исто така поставуваат и многу прашања и пружат бројни изазови. Помеѓу другото тоа е поновно рамотрување на цивилизацијата. Ние во Балканот, поточно во Македонија скоро сме влезени во демократската епоха, иако како што ни е познато таа уште не е прицврстено и потврдено. Перспективите се видливи но и проблемите се големи. Физичкити бедеми се најопасни во човековата глава, а истите се повеќе се множат. Многумина уште се ломат помеѓу старите сфаќања и новите желби. Во игра се различни мотиви, стекнати навики и стари структури, којикакви повласици и идеолошки фикции. Повеѓето од тие можат психолошки да се разберат, но општеството никако не може да се оправдува, а уште помалку да се наслонува на неа.

    Но напротив, Историјските одскокнуваља се пожелни. Треба свесно и истрајно да се работи. Да би се астварила демократијата, мораме за неа да се залагаме и упорно да ја градиме, или подобро кажано да ја културизираме, образуваме и цивилизираме.

    За жал нашите историјски хипотеки се многу невкусни. Едноумието, за кое често се зборува, не е единствен кривец на нашите недоразбирања и запрека за демократското сфаќање на културата и образованието.Идеолошкото сопарништво и препрка имаат длабоки корени во многуте промашени процеси во овие простори. Нашето историско искуство околу тоа е многу негативно.

    Зборувајќи за новите прилики, или подобро да кажеме за неопходноста на присатвото на религијата во образованието и општеството и новиот пристап кон општествените вредности треба јасно да се воочат две паралелни линии, који се дополнуваат и изедначуваат помеѓу себе.

    • Сталното потврдување на индивидуалните права и слободи од една страна, и
    • Практичното афирмирање на заедничката општествена добробит на сите што шивеат под едно поднебие.

    Мислам дека историјата доволно не подучи дека: поединците во склопот на еден народ, држава не можат да ги постигнат своите права , ако народот или државатa во целина во својата самосвојност и сувереност не ги поседува.

    Верската заедница воопшто, па и Исламската, не е политичка партија али то не значи да она не треба да се занимава со збиднувањата кои денес се случуваат. Таа во својата срж без престанок го слуша длабокиот глас на Божјата Реч која гарантира сошување на сигурноста, мирот и цивилизацијските токови. Јазикт на верат е поносна кон цивилизацијата, зато што историски се докажува дека се додека цивилизацијата со себе ја имала верата е развиена културата. Но, за жал, денес е сосема обратно, цивилизацијата оди паралелно со политиката и силата и не е свесна што ке се случи со неа, да ли ке биде полна со сукоби (Хунтингтонова) или со мир и стабилност.

    Држам до тоа дека тоа е нашиот позив. Нашата поука е најпогодниот начин на новото етичко и религиозно вреднување и потврдување на цивилизацијските права, културата и образованието, ослободено од негативното историско искуство.Со промената на начинот на размислувањето, прагматичната инкорпорација на истото во образовниот систем  и ревалоризацијата на општествените вредности од верски, етички, хуман и демократски аспект ке се менува нашата општествена свест, меѓусебните односи, човекот и општеството во целина. Тука не се зборува за прекорачување во туѓи подрачја или менување на смислата на религиозното, туку се останува во самата обврска на религијата, религиозната порака и пренесувањето на верското искуство, верскиот наук и радосната вест. Се работи за актулизирањето на религијата во оваа време, за начинот и акцентите од поширока димензија, во хармонија со приликите и потребите на конкретниот човек во конкретните историски околности.

    Нашите простори уште се наоѓаат под сенката на прошлоста и сегашноста, и како такви тешко можеме да зборуваме, или поточно кажано немаме морално право да зборуваме за овие вредности, за који голем дел од општеството мислат дека се конспиративни. Кај нас многу прашања уште се наоѓаат под дебел слој на прашина, што од себе ја отежнува идентификацијата на тоа што мора да се направи.

    Ние како религиозни луѓе, како муслимани, свесни сне дека се наоѓаме пред многу важни прашања и држам дека тие можат да се решат само во склопот на цивилизацијата и културните вредности на човекот, а тие се: свеста за заедничка судбина и соработка; човекот и системот; светските вредности во светлото на теологијата; политиката како одговорност за заедничкиот живот и судбината на светот; кмплементарна грижа за човекот, општеството, општествениот поредок; начинот на који да се вклучиме во позитивната преобразба на општеството; религиозниот-исламски позив и демократските перспективи; имамската- свештеничка улога во општеството и воведувањет на веронауката во образованието; верниците и нивното место во општеството; позивот и улогата на верската заедница; перспективите на цивилизацијата и меѓуцивилизацијскиот дијалог и тн.

    Се надевам дека веќе успеваме да излеземе од прошлото едноумие и нецивилизована демократија на чист простор , со овозможување на верските заедници да ја вршат нивната мисија на најдобар можен начин. Не би било сходно да се падне под влијание на одредени медиуми и разноразни мистерни  желби од центри кои не ни се познати, а кои дваат искривена слика за религијата, а посебно за Исламот во светот, затоа што разумот и културата не го дозволуваат тоа. Методите кои се користат денес во одредени земји од Европа  во овој правец се покажаамногу погрешни. Тие се односеа кон муслиманите на тој начин шт ја успорија нивниот процес на интеграција, затоа што се отвориа центри који во ништо  не се разликуваа од самопослуги. , а исто така не стигнаа да направат разлика помеќу обичниот и ученит верник. Овој феномен доведе до тоа да , за жал, без разлика на (не)знаење на верникот, се овозможи тие центри се водат од тој слој на неразликувани, па се појавијаа и аномалии за самата верска организација а исто таа и за целосното општество.

    Како би рекол, хрватскиот книжевник МАрко Марулич, теологијата долго време беше сфатена како кралица на науките, поваѓајќи од тоа и од фактот дека нема ни едно општество која нее базирана во религиозното искуство, не може да се зборува за успешно и сврсисходно образование без присатност на религијата. Исто така нема ни уметност и култура без религија. Култот на ладниот разум се покажа потполно испразнет. Сега повеќе секогаш се потребни луѓе кои храбро ке зборуваат за вистината, затоа што човекот никогаш како сега немал толку моќ во свои раце. Човештвото не може да се наслонува само на научници и стручњаци, затоа што универзитетите се повеќе „произведуваат„ стручњаци кои одговараат на капиталот. Баш религијата и теологијата се тие кои што треба да зборуваат за темелните вредности који се генератор на човекот и општеството. Научното истражуње без етички критериуми од една страна,а идеолошко-политичко манипулирање со заклучоците на науката од друга страна, како би рекол Супек, го доведе човштвото до прагот на сомоубиствени потези.

    Теологијат го постави каментемелникот не само на школството него и на универзитетските студии-и кај муслиманите и кај христијаните-во Европа и во светот, па затоа е многу нелогично таа што ја утемелила научната систематика, и научната методологија да се сматра како ненаучна. Затоа треба да се истакне дека ни се потребни високообразовани верници, а од те3олозите се очекува да го нудат тоа што другите не го очекуваат.

    Резиме

    Ако религијата сама по себе е добра, зашто да ја нема во образованието. Све што во себе е добро може да потикне само на добро. Човекот како најразумно битие во земјата, има потреба да го запознае најсовршеното Битие, Бог. Него сака да го сфати, да го сака, да му се пвери, да му го искаже својот почит и култ. Веронауката во училиштата би им овозмижило на самите ученици да го откриваат Бога, како најголемо добро, како прав и вечен пријателна она што ни нуди смисол и вредност за светот и човекот.

    Логичкиот темел за воведувањето на религијата во образованието е засновано во овие аргументи:

    • Без доволно и објективно знаење за религиите, децата не можат да ја разбираат многубројните аспекти на историјата, културата, општеството и важната улога на религијата во животот на човештвото. Чак може да се кажува дека образованието не е потполно без проучување на компаративните религии или историјата на религијат и нејзиниот однос со напредокот.
    • Учењето за религиите им пружо корисни информации на децата и на тој начин им помага не само да го разбираат современото плуралистичко, мултикултурно и мултиверско општество, него им помага да во него живеат заедно со другите.
    • Учењето за религиите и помага на децата да подобро ги разбираат луѓето со различни верувања, културни традиции, обичаји, навики, вредности и животни филозофиии за возврат би требало да ги оспособи децата да развиваат разбирање, толеранција и почит за другиот.
    • Учењето за религијата ги стимулира децата за нивен личен напредок и може да им помогне да стекнат способностида замислат алтернативни начини на животот и рационално оценување на сопствениот избор во тој поглед.
    • Религиознотоучење во човекот ќе го активира и духовната димензија на креативност со помош на која ќе може да се зборува за позитивни резултати на науката, цивилазицајата и културните токови.

    Охрид,27.10.2007


    [1] Како заклучок на гореспоменатите фактори Советот на Европа зеде про-активна позиција во врска со интеркултурализмот во образованието и во учењето на религиите. Така се организирани неколку меѓународни конференции во оваа тема.

    [2] Тој е типичен представник на гетеанистичкиот дух во европската култура на двадесеттиот век, кој се труди да воспостави рамноте

    А помеѓу Исток и Запад, не да ги помири нивните разлики него заедно со разликите да ги доведе во плодотворна размена. Наслонувајќи се на нејзината гетеанистичкаа срж, и современите антропозофијски покрети во Европа се плодови на средновековниот културен, научен и образовен живот.

    [3] La crise du monde moderne, Paris, 1927.

    [4] Кушар, Стјепан, Спознаја Бога у Филозофији религије ( Б. Белте и божански Бог), Филозофска истраживања, Загреб, 1996. стр. 58.

    [5] Јукич, Ј. Лица и маске светога, КС. Загреб, 1997, стр. 333.