Category: Revista

  • METIN IZETI – FARKLILIKTA AYNİYYET: ÇAĞDAŞ DÖNEMDE AKL VE GELENEK

    METIN IZETI – FARKLILIKTA AYNİYYET: ÇAĞDAŞ DÖNEMDE AKL VE GELENEK

    Tarih sürecinde veya belirli bir tarih döneminde dünyanın herhangi bir bölgesinde insanî düşüncenin, ister ferdî ister toplumsal açıdan, bir toplumun kendine yetecek kadar ayrılığını gösterecek bir durumu gözetmek imkansızdır. İnsan kemale ve erdeme olan açıklığından dolayı her zaman değişikliğe ve tamamlanmaya açıktır. Onun kendisi, toplum ve dünya hakkındaki  bilinci, Mutlak Hakîkatın insana yansımalarını ifade etmektedir. İnsanda birleşen Hakikat ve yansımaları arasında mevcut olan ilişki insanı devamlı düşünmeye ve farklı farklı şekilde temsil edilmeye itmektedir. Bazan insan bu yansımaların teşvik ettiği değişimlerin önüne sayısızca engel koymaya veya onları sınırlandırmaya çalışsa da, Hakıkat yansımalarının tükenmeyen gücü bütün bu engelleri aşıp insan ve dünyaya kemalin ve erdemin daha güzel yaşanabileceği ortamı yaratmaya doğru hızla koşmaktadır.[1] İnsanî varlık sûretinin devamlı değişim içerisinde olması onun merkezinde Kemalin olduğunu ifade eder. Diğer taraftan Kemal  değişmezliğin, ezelî ve ebedî ayniyyetin ifadesidir. Bu açıdan bakıldığında farklılık ayniyyetin fonksiyonel (bilfiil) durumu ile ilgilidir, değişmezlik ise ayniyyetin potansiyel (bilkuvve) oluşuyla bağlantılıdır.[2]

    Gelenek, varlığı varlıksal boyutta basamak basamak izlemekte, yukarıdan aşağa doğru hareket etmektedir, yani Kemal’den yaratılışa veya yansımaya, üstten- alta, gaybî birlikten -çokluğa, …. Fakat geleneğin diğer tarafında sûretin tam ters güzergahda gitmesi de imkan dahili içerisindedir, yani altan-üstte, küçükten-büyüğe, süflî olandan ulvî olana ….Kemalin yansımaları olarak gelenek ve onun hareketliliği ile aklın ortaya koyduğu farklılık, kaynakları açısından ayniyyeti ifade ederler. Farklılıklar ise Kemal yansımalarının coşkusundan fışkıran köpüklerdir.[3]

    Çağdaş dönemde gelenek kavramı hakikatını tam manasıyla yansıtmayan ve yanlış yorumlara yol açan şekillerde yorumlanmıştır. Felsefî postmodernizm ve XX. yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıkan dînî hareketlerden sonra dîne ve topluma yaklaşım açılarında gelenek önemli bir paradigma teşkil etmeye başlamıştır. Görünen o ki bugün gelenek her zamandan daha çok araştırılması gereken konulardan biri haline gelmiştir. Gelenek kavramı ve onun insan aklıyla ikişkisi çağdaş dünyada dîni anlamanın en karmaşık ve en önemli  sorularındandır. Aynı zamanda bu iki kavram ve onların dindarlığın çerçevesi içerisindeki yorumlanması dinin toplum hayatında ayakta kalabilmesi, gelişmesi ve geleceğinin başarılı olması için oldukça önemlidir.[4]

    İslam düşünce tarihinde akl oldukça yüklü bir manaya sahiptir. Bu kavram  bazan saf aklı (ratio) yu  ifade eder, çoğu defa da müslüman alimler, filozoflar ve düşünürlerde insanın hikmeti algılama ve yorumlama güçünü, yani akl ile kalb karışımını ifade etmektedir.Gelenek ise, sünnet açısından bakıldığında dînin dört kaynağından birini oluşturan Hazreti Peygamber’den nakl edilen haberleri ifade eder, hayat felsefesi açısından bakıldığında da değişik tarih evrelerinde vahiy perspektifinin toplumsal yorumlanmasını ortaya koymaktadır. Son dönemlerd birçok çevrede, hem akıl hem gelenek daha çok bu değerlendirmede yapılan ikinci manaları ile önem kazanmıştır.[5]

    İslam düşünce tarihinde iki kavram da birbirini teşvik eden ve yakın ilişkide bulunan bir konum arzetmektedirler. Bir taraftan düşünen ve ilmî olarak geleneğin temel unsurlarını sistematize eden akl, diğer taraftan da akla devamlı malzeme sağlayan ve İslam inancının kurumayan kaynağını temsil eden vahiy ve sünnet, yani gelenek.  İslamın yorumlama geleneği, ister rasyonel (aklî) ister tradisyonel( haberî) açıdan, ele alındığında  içinde saf vahyi ve saf aklı, daha doğrusu düşünmeyi ve inanmayı bir arada barındırmakatdır. Her ne kadar akl veya vahy birinde ön plana çıkıyorsa da sonuç olarak bu iki marifet kaynağından hiçbiri reddedilmemektedir.

    Sünnet veya gelenek müslüman tefekkür zekasının tarih ve toplum içerisinde tardisyonel değerlerini ve İslam maneviyatının genetiğini temsil etmektedir. Aynı zamanda sünnet, müslüman düşünce geleneğinin (Traditia interpretativa) genel simgesidir. Yani, Hazreti Peygamberin manevî şahsiyetinde temsil edilen, vahiy ve güzel bir terbiye ile yoğurulan müslüman manevî zekasının  gücüyle, Kur’an vahyı ve İslam inancı temel gerçeklerinin yorumlanmasıdır. Bu anlamı ile sünnet, modernitenin diğer tarafında duran ve bir değerler sistemini daire içerisine alan boyutu ortaya koymaktadır. Sünnetin bu boyutu bir çağdaş düşünce terkibidir ve Réné Guenon’un ifadesiyle,  karanlık  evrelerin işaretlerini veren kozmik dairenin genişlemeye, yeni açılışa  doğru fışkırmasını temsil etmektedir. Çağdaş insanın içine düştüğü bunalımın kurtuluş ışınları gelenek aynasının  bu boyutundan yansıyan suretlerle elde edilebilir. Başta  Réné Guenon,ondan sonra da Frıthjof Schuon ve Seyyed Hossein Nasr açık ve net bir şekilde modernitenin dünyada sağlıklı yaşamak ve sistemli düşünmek için ihtiyacı olan iki önemli manevî unsuru hatırlatmaktadır. Birincisi, dînî zekanın metafizik baharıdır (mebde’) diğeri de eskatolojik sonbaharı (meâd). İkisi beraber insanî yaşamanın ve var olmanın nihaî hedeflerinin varlıksal perspektifini ortaya koymaktadırlar. Bir yaşama ve düşünme modeli olan sünnetin bu iki boyutundan dolayı, geleneksel düşünüş ve yaşayış, ezelî din (religio perennis), ezelî gelenek (traditia primordialis) olarak ifade edilmektedir. [6]

    Bu şekliyle gelenek ve din asla geçmişte vukû bulan bir olay olarak algılanamaz. Çünkü eğer bir şey sadece geçmişte kalıyorsa o bir değer ifade etmez. Değerler bağlamında geçmişin, şimdinin ve geleceğin pek anlamı yoktur. Meselenin ilâhî yönüne baktığımızda bizim anlayışımızdaki zamanın anlamı yoktur. Onun dünü ve bugünü veya gecesi ve gündüzü yoktur. İlâhî kaynaklı unsurların da değeri ışık aldıkları İlâhî nûrun değişik tarihi evrelerde mühtelif yansımalarla ortaya çıkan ezelî hakikatte saklıdır. İnsan tabiatı gereği dünyaya gelişinden günümüze kadar birbirinden farklı tarih dönemlerinden geçerek gelmiştir. Ezelî hakikat her dönemde belirli bir rengiyle topluma ve düşünce sistemine yansımıştır. Çağdaş dönem hariç insan her zaman dünyayı İlâhî nûrun bir tecellîsi olarak görmüştür. Modernitede ise  dünya insanî îcatlar doğrultusunda yorumlanmaktadır. Daha doğrusu kâinatın merkezine insan yerleştirilerek antropocentrik

    hayat anlayışı önem kazanmaktadır. Îcat edilenlerin îcat edilmeyenlere nazaran çok daha az olmaları veya kainatta varlıksal kapasitelerinin çok az bir yüzdenin kullanılmakta olduğunu bilinmesine rağmen, cüzî olanı küllî olandan tercih etmek akılvarî bir hareket olmasa gerek. Burada akl, geleneğin çerçevesi içerisnde yer alıp dünyayı ilâhî bir sûret  olarak algılamalıdır. Böylece yaşama ve düşünce sisteminin güçlü ve kurumayan bir kaynağı olacaktır.

    Kutsiyyet, hürmet, haram, dokunulmaz  gibi kavramların yeri olmayan bir anlayışın, bu anlayışta yaşayıp yetişenlerin geleneğin azîzliğini anlamaları kolay bir iş değildir. Batı düşüncesi  Descartes’a kadar dînî-felsefî konularda yunan efsanelerinden (mithos) ve incilin kelimesinden (logos) sıyrılmış değildi. O döneme kadar hıristiyanlığın birçok konulardaki kutsiyyeti düşünce platformlarında henüz mevcuttu. Ancak bundan sonra Tanrı radikal bir sıçrama ile ( salto mortale) geleneksel değerlerin kaynağı olma konumundan uzaklaştırıldı. Dînî- varlıksal sübje olan Tanrı antropolojik sübje olan insanla değiştirilmiştir. İnsan her şeyin ölçüsü, tarih ve tabiatın efendisi olmuştur. Belirli çevrelerde dîni temeli olmayan bir hıristiyanlık veya modern insanın ölçüsüne uygun olan “Ölen Tanrı[7] nihaî bir hakikat olarak sergilenmektedir.[8] Artık insanın nazarında kutsal bilim yoktur, tam tersine onun çabası ahlakiyeti olmayan, tek kulanışlı, ruhsuz teknoloji peşinde koşmaktır.[9]

    Geleneksel sistem ise bir elinde ahlakiyeti ve kutsiyeti diğer elinde de aklı tutarak insanî asla uygun şekilde yeniden yapılanmayı hedeflemektedir. İslam dîninde zihinsel faaliyet ve aklî çabadan mahrum olan bir gelenek sistemi  düşünülemez.Geleneksel değerler sistemi iki şeye dayanmaktadır: Kutsiyyete eğer onunla ilâhi vahiy kastediliyorsa ve kaynağı ilâhî nefhada olan ilham ve ikinci olarak ta manevî açıdan kutsallığa, Hakikata, Fazilete bağlı olan akla. Vahiy ve Akl, dünyevî ve uhrevî olan ezelî hikmeti insan boyutuna taşıyan Vahiy Meleği ve Marifet Meleği manevî şahsiyetlerinin iki yüzünün ifadeleridir. İkisi de her zamanda Allah ve Onun sonsuz iradesinin ışınlarıyla şeffaf hale gelmektedirler.

    Geleneksel akl kavramı ezelî hikmet anlayışında sıkça zikredilen  aşkın zihinle eş anlamlıdır. Bu kavramla gelenekselliğin içinde sünnet veya vahiy aklı kastedilmektedir. Geleneksel zihin veya sünnet aklını çağdaşlık tanımamaktadır. O, ezelî hikmet anlayışı içerisinde kutsal olanın, takdis ve tekaddus’un kaynağıdır. Geleneksel zihin akla ulaşabileceği son noktayı gösterip  orada sınır çizgisini çekmektedir. Çizgiyi çekmekle insana o çizginin diğer tarafında , tecellîler olarak o dünnyadan içimizde birçok şey barındırmamıza rağmen, dokunulmaz bir dünyanın olduğunu söyleyip dikkat çekmektedir. Yıldızların bu tarafındaki alem ile irtibata geçtiğimiz veya elde ettiğimiz gibi o alemi elde edemeyiz. O alem ile bizim çağdaş veya geleneksel olarak algıladığımız bu alem arasında maddî ve üzerinde performansa geçilemeyen bir perde vardır. Perdenin diğer tarafındaki karlı yüzey basılamaz ve maddî izler bırakılamaz bir yüzeydir.

    Modernite ile Gelenekselliğin  birbirine paralel olan iki tarihi evre veya tarihin şu veya bu döneminde iki dönem olarak görmek te doğru değildir. Çünkü gelenek peygamber şahsiyetinde toplanan teorik ve pratik en üst dînî değerlerin birleşiminden oluşmaktadır ve bu değerler kalıcı ve ezelî kaliteyi içermektedirler. Daha doğrusu bu manevî mîras tarihi tecrübenin parçalanmasına izin vermemektedir. İçeriğini ilâhi kaynaktan, hızını da  peygamberî kaliteden  alan bir dünya görüşü ve hayat anlayışı olarak gelenekselcilik insan tarihinin değişik yansımalarından oluşan güzel kokusunu ve olmazsa olmaz temel taşını içinde barındırmaktadır. Orada farkların, farklı kültür ve medeniyetlerin temelinde ayniyyet vardır. Farkların temelinde ayniyyetin görülmesi din dili perspektifinde gelenekselliğin modernitesini oluşturmaktadır. [10]

    Bir zaman dilimi olarak değil de bir ezelî ve kalıcı değer olan sünnete (geleneğe) dönüş imkanı var mıdır…

    Eğer gelenek ilkelerinin talebine hayat ve fiillerimizle cevap vermeye hazır isek, bu soruya, mümkündür, cevabı verilebilir. Teorik açıdan İlâhî vahyı ve Peygamber efendimizin sünnetini, hadisini kalıcı, harcolmayan ve kurumayan kaynak olarak kabul ettükten sonra onlara yaşadığımız dönemde en iyi yaşayış ve anlayış modellerini ve şekillerini oluşturmamız gerekecektir. Hayatımız her anda o mânalardan etkilenip geliştiğini şahitlendirmek zorundayız. Hiç şüphe yok ki bu bir süreçtir ve an meselesi değildir. Tam tersine aklın ve mîrasın düzgün kulanımı ile  ilâhi ve peygamberî kaynaklı kalıcı hakikatleri  belirli zaman dilimine uzun ve kaliteli bir süreç içerisinde sergilemektir. Böylece tarihin her döneminde geleneksel manaların varlıksal açıdan tükenmez oldukları ve her nesil için yeni ve uygulanır olmaları ortaya çıkar. Hayatımız vahiy ve sünnet ruhunda şekillenmelidir. Geleneksel dünya görüşünün ruhuyla yaşarken, biz yaşantımızın her gününde insanlıktan kaybettiğimiz şeyleri bulur ve toplumumuzda unutulan iyi, güzel, faziletli, müteâl kavramların yeniden yapılanmasını sağlamış oluruz. Geleneğe, vahiy ve sünnete, dönmek süreci içerisinde hayat ritmimizi ilâhî irade ve bilgiye göre ahenkli duruma getirmek ve Peygamberin ruhaniyet dolu mesajlarını hayatımızın kalıcı paradigmaları olarak kabul etmek zorundayız. Geleneğe dönüş çağdaş medeniyetin iyi, güzel ve müsbet akımlarından uzaklaşmak demek değil, onları kabul ederek öz zeka ve zihnimizin yardımıyla doğalarına uygun olarak kavramlaştırmak ve her günlük hayatın çözümleri olarak görmektir. Geleneksel insan ile çağdaş insan anlayışı arasındaki denge Allahı kainatın ve tarihin tek efendisi olarak kabul etmek ve ferdî ile toplumsal açıdan yaşam felsefemizin eskatolojik sonbaharını (mead) oluşturduğunu kabul ederek, kurulabilir.

    Çağdaş insan, geleneğe dönüş, derken genelde geçmişte vukû bulan zaman ve zemine dönmeyi anlamaktadır. Fakat burada söz, başka bir yere veya zamana gitmekte değil, insanın kendisine dönüp, maddî surlarla çerçevelenen hayat anlayışından kurtularak varlığının asıl konumuna dönmesidir. Aslına uygun olmayan yüzeysel kavram ve durumlarla karşı karşıya kalan modern insanın mutlaka dînî ve kalıcılığı olan mefhumlara kucak açması gerekmektedir Bu kucak açmak birçok açıdan onun dünya hayatını kolaylaştıracaktır. Konuyu bu gerçeğin içinde yetişip, uçurumu hisseden Huston Smıth’in Why Religion Matters: The Fate of the Human Spirit in an Age of Disbelief  ( Din Neden Önemlidir : İnsan Ruhunun Inançsızlık Dönemindeki  Kaderi) adlı kitabının son sayfalarından bir aktarma ile tamamlayacağım:

    “ Din açısından müzikal olmak dinî hissiyata sahip olmak demektir. Dînî hissiyata sahip olmak birbirine bağlı ve ayrılmayan  parçalardan oluşmaktadır:

    1. İnsanoğlunun kendi kendisine sormuş olduğu: Varlığın anlamı nedir? Acı ve Ölüm neden vardır? Hayatı yaşamaya neden değer? Hakikat nelerden oluşur ve amacı nedir?, soruları, insan, dînî hissiyat vasıtasıyla insan olmanın gerekçeleri olarak görür. Onlar sadece spekülatif düşünceye meraklı olan insanların icat edip ortaya attığı  unsurlar değildir. Onlar insanoğlunu insan kılan manalardır. Dînî hisler insanı Aristonun onu nitelendirdiğinin ötesine taşımaktadır. Dîni bağlamda insan akıl vasıtasıyla yukarıda zikredilen soruları yöneltebilen bir canlıdır. Bu soruların bizim bilincimizde yer alması bize  açık ve seçik olarak nasıl yaratıklar olduğumuzu anlatmaktadır. İnsan oluşumuz o kadar genişliyor ki biz o soruların içine dalıyoruz, değerlendiriyoruz, onlarla ilgileniyoruz ve o ilginin bizi harcamasına izin veriyoruz.

    2. İnsan bazan bu soruların ve cevaplarının uzak oluşundan dolayı üzülür ve korkuyla dolar. Ancak sorular büyüyünce onlara verilebilecek cevap imkanlarının çok olduğunu da görür.

    3. İnsan dînî hissiyatla bu sorulara her zaman cevap vermeye çalışır ve onları yok saymaktan uzak durur. Nihaî cevapları uzak görsede onlara doğru adım adım yaklaşmayı erdemliğin ufuklarına doğru açılış olarak görmektedir. Ufuklara doğru açılışta bizden öncekilerin tecrübelerinden de fayadalaniyoruz.


    [1] Zihninizde şöyle bir dünya görüşü canlandırınız, diyor İzutsu: Gerçekte ucu bucağı bulunmayan bir derya’dan başka bir şey olmayan fakat kendi başına var olabilen bir su damlacığı olduğu şeklindeki asılsız belirlenimi kendi kendine empoze edip inandıran bir su parçası, ansızın ayılıp kendine gelmiş ve işin doğrusunun farkına varmıştır…. Fena ve beka tecrübelerinden kazanılan dünya görüşü su parçanın en sonunda kazandığı dünya görüşüne benzemektedir…. Oluşum ve değişimlerle çalkalanıp kaynayan dünya, onun gözünde , Mutlak Gerçekliğin sonsuz çokluktaki farklı formlar içerisinde tezahür edip kendini açığa vurduğu uçsuz bucaksız bir alan halini alır. Bu gerçeklik görüşü, İslamda kesret ile vahdet arasında gerçekleşen dinamik, hassas ve zarif bir etkileşim temelini oluşturmaktadır… İzutsu, Toshihiko, İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler, çev. Ramazan ertürk, İstanbul 2002, s.28.

    [2] Alemdeki şeylerin varlığı ve dolayısıyla onların göreli gerçekliği Mutlak’tan neşet eder; onların formları, çeşitliliği ve kesreti yani zaman, mekan, form ve sayı Sonsuzdan gelir; nihayet onların nitelikleri- cevheri yahut arazi nitelikleri- de Kemal’den gelir. Kemal yani Yüce İyi üç Tarz, ilahi İşlev içerir: Akıl yahut bilinç ya da hikmet, güç ya da kudret ve güzellik ile saadetle örtüşen iyilik. Yüce Niteliklerini ayrışıp yaratan, vahyeden ve faaliyette bulunan Tanrı’nın yani kişisel Tanrı’nın Niteliklerini meydana getirdiği yer izafiyettir; tüm sonsuz derece ve çeşitlikleriyle kozmik nitelikler O’ndan neşet eder. Frithjof Schuon, Varlık, Bilgi ve Din,İstanbul 1997, s.28.

    [3] Yüce bilimle uğraşan İslam metafiziğinin ilkeleri vahiyden istinbat edilip tevhid ilkesine dayandırılmaktadırlar. İnsan dünyasını tüm yönleriyle kuşatan kapsayıcı bir dînî gelenek olarak İslam, kişinin yalnızca ne yapması ya da yapmaması gerektiğiyle ilgilenmekle kalmaz onun ne bilmesi gerektiği ile de ilgilenir. İslam bilgiyi ruhun kurtuluşunu sağlayan ahiret hayatında olduğu kadar bu dünya hayatında da insanı refaha ve mutluluğa eriştiren en merkezî araç olarak görmektedir. Müslümanlar tabiî, sosyal ve diğer bilimleri Allahın birliği yani tevhid prensibine dayandırmaktadırlar. İslamda dînî şuur, özünde Allah’ın Birliği şuurudur. Bilimsel ruh, bu dinî şuuru karşısına almaz; çünkü o, dini şuurun bütünleyici bir parçasıdır… . Krş. Stenberg, Leif, “ The Quest for a Sacred Science- the Position of Seyyed Hossein Nasr”, The İslamization of Science:Four Muslim Positions Developing an İslamic Modernity, Lund 1996, s.147 ile Bakar Osman, Gelenek ve Bilim, çev. Ercüment Asil, İstanbul 2003, s. 17-18.

    [4] Modern dünyada dinin çeşitli yönlerinin görmezlikten gelinmesi veya modern amaçlar doğrultusunda yorumlanması, dine biçilen değer ve dinin alanının daraltılması, dinin gerçek manada algılanışına ters düşmektedir. Sosyal düzeni, kendi bütünü içinde dini türeten, türettiği bu dine bazı kısıtlamalar getiren ve kendi prensibini kendi içinde taşıyan bir dozen olarak görmek yerine, diyor Guenon, bugün, sosyal düzenin öteki unsurları arasında ve onlara denk bir unsurun da din olduğunun düşünülmesi istenmektedir. Bu durum ruhani olanın maddi olanın içinde eritilmesi anlamına gelmektedir. Meselelerin bu şekilde ele alınması dinin beşerileşmesi ve humanistic bir hale gelmesi demektir…. Guenon Réné, Maddi İktidar Ruhani Otorite, çev. Birsel Uzma, İstanbul 1992, s.50-51.

    [5] Réné Guenon tarafından gelenek, açık bir biçimde, ilahi kaynaklı ilkeler ve bu ilkelerin geleneksel medeniyetlerdeki metafizikten şiire, müzikten siyasete kadar birçok alandaki uygulamalarını, asırlar boyu içine alan bir kavram şebekesi içinde adlandırılmıştır. Bkz. Yılmaz, Hüzeyin, Ezeli Hikmet ve Dinler, İstanbul 2003, s. 30.

    [6] Kahteran, Nevad, Perenijalna Filozofıja (Sophia Perennis) u mişljenju Réné Guenona, Frıthjofa Schuona i Seyyeda Hosseina Nasra, Sarajevo 2002, s. 37-38.

    [7] Deli, elinde bir fenerle Tanrıyı arar ve çevresindeki inanmayanlara şçyle haykırır: “ Tanrı kayıp mı oldu? Yoksa bir çocuk gibi yolunu mu şaşırdı? Ya da bizden mi korkuyor? Mutlaka bir gemi ile yollanmıştır veya göç etmiştir!..” Sonra deli, “ Tanrı nereye gitti?” diye tekrar seslenir ve karşılık almayınca: “ Tanrıyı biz öldürdük”… diye bağırır.Sena, Cemil, Tanrı Anlayışı,İstanbul 1978, s. 441.

    [8] Modern Batı’nın hıristiyan olduğu söylenir. Bu bir hatadır. Modern zihniyet hıristiyanlığa karşı (antichrétien) dır. Çünkü temelde “ an’ane” ye (tradition), dine karşıdır. Şüphesiz Hıristiyanlık’tan bazı şeylerin, çağımızın bu “ antichretien” medeniyetine ister istemez ve dolaylı yollardan geçtiği …. Batı Ortaçağ’da hıristiyan olmuştur, artık şimdi değildir. Bkz. Tahralı, Mustafa, “ Batıdaki İhtidâ Hâdiselerinde Tasavvufun Rolü” Uluslararası Birinci İslam Araştırmaları Sempozyumu, 9 Eylül Üniversitesi, 16-18 Eylül 1985, İzmir, s. 151.

    [9] Edith Wyschogrod “… Modernizim antiseptik atmosferi azizlerin nefes almasına müsade etmez… derken bu gerçeği çok güzel bir şekilde ifade etmiştir. Wyschogrod, Edith, Azizler ve Postmodernizm, İstanbul 2002, s. 13.

    [10] “Ayniyyet” ve “Gayriyyet” konuları İbn Arabî tarafından Fusûs’ta işlenen konuların arasında da yer almaktadır. Bkz. Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I, haz. Mustafa Tahralı- Selçuk Eraydın, İstanbul 1999s. 40-41.

  • METIN IZETI – METAFIZIKA E AGJËRIMIT TË RAMAZAN-I SHERIFIT

    METIN IZETI – METAFIZIKA E AGJËRIMIT TË RAMAZAN-I SHERIFIT

    Muaji I Ramazanit është muaji I nëntë I kalendarit hixhrijj dhe I fundit prej tre muajve me rëndësi të posaçme në traditën Islame. Ramazani është muaj I rahmetit, magfiretit, ngritjes shpirtërore, respektivisht me ardhjen e tij në brendinë e atyre që agjërojnë paraqitet një klimë shpirtërore e cila e ushqen dhe ndërton metafizikën e njeriut.

                Agjërimi, namazi I teravisë, iftari, syfyri dhe mukabelet që vijnë së bashku me muajin e Ramazanit inicojnë  ndryshim  bazorë në shpirtin e besimtarit.

                Si çdo ibadet tjetër ashtu edhe agjërimi ka rregullat e veta të parapara me fikhun (drejtësinë) islamik, mirëpo unë në këtë shkrim do të ndalem kryesisht rreth metafizikës dhe anës shpirtërore të agjërimit.

                Ibadeti I agjërimit nuk është I posaçëm vetëm për periudhën pas ardhjes së Muhammedit a.s., por të gjitha shoqëritë dhe popujt duke filluar prej Ademit a.s. kanë qenë të obliguar me agjërimin. Madje edhe disa fe pa shpallje brenda formave të adhurimit të tyre rëndësi të veçantë I kanë kushtuar agjërimit. Kështu p.sh. Sabiijtë kanë agjëruar 46 ditë në periudha të ndryshme kohore gjatë vitit. 30 ditë kanë agjëruar duke filluar prej 8 Marsit, 9 ditë pas 21 Dhjetorit dhe 7 ditë pas 9 Shkurtit.( Shiqo: Biruniye Gore Dinler ve Islam Dini , Gunay Tumer, Ankara1991, f. 196).

                Prezenca e agjërimit si ibadet në një numër të madh të feve dhe doktrinave tregon se njeriu dhe metafizika e tij janë kalitur me këtë ibadet. Përderisa trupi I njeriut ushqehet me produktet materiale, fizike, shpirti I tij ka nevojë për ushqim transcedental. Shpirti  këtë ushqim të lartë në mënyrë më të përsosur ka mundësi  ta pranojë kur trupi dhe fizika e tij është në pushim dhe larg prej kënaqësive simbolike , kurse në kërkim të kënaqësisë dhe pasioneve reale-absolute.

                Kurani Famëlartë flet për agjërimin e popujve të mëparshëm ku thuhet:” O ju që besuat, agjërimi u është bërë obligim sikurse që ishte obligim edhe I atyre që ishin para jush , kështu që të bëheni të devotshëm.” (Bekare 183). Edhepse mënyra e besimit dhe praktikës fetare në fetë e shpallura nuk është identike,  të gjitha fetë prej ithtarëve të vet kanë kërkuar agjërimin si formë të adhurimit. Vazhdimësia historike e këtij ibadeti argumenton vlerën e tij në ndërtimin e tipit të njeriut besimtar.

                Nuk ka dyshim se urdhërat dhe ndalesat e Allahut xh.sh janë për të mirën e njeriut. Çdonjëri I cili I pastër prej barierave të jashtme dhe paragjykimeve I afrohet fjalës hyjnore e sheh dhe e kupton këtë realitet. Asnjë arsye reale nuk mund të pranojë se në avanturën, alkoolin, mashtrimin, nuk ka dëm për njeriun dhe shoqërinë ku ai jeton. Gjithashtu edhe largimi prej tyre përmban dobi të panumërta për individin dhe shoqërinë.

                Në Kuranin dhe Praninë Hyjnore nuk ka asnjë urdhër ose ndalesë e cila është në kundërshtim me arsyen e pastër dhe origjinale të njeriut . Arsye e cila bazët e saja I ka në zemër(fuad) dhe shpirt. Kurani përmban parime dhe mesazhe universale dhe mbikohore, prandaj edhe arsyeja e kufizuar me vend dhe epokë të caktuar dhe pa shpirt has në vështirësi evidente gjatë zbërthimit të disa momenteve që kanë të bëjnë me zemrën dhe shpirtin. Ky fakt u mundëson atyre që Kuranin dhe Islamin e konceptojë me shpirt të mendojnë dhe studjojnë ate dhe vokabularin e tij me një dinamizëm maratonik.

                Një numër I madh I ibadeteve të prezentuara në fjalën Hyjnore krahas dobive praktike individuale ka funkcion të posaçëm në pastrimin dhe ngritjen e personalitetit (nefsit) të njeriut. Përderisa dobitë fizike, materiale të agjërimit janë vërejtë nga ana e dijetarëve, produktet metafizike të tij janë prezentuar dhe evidentuar në ekranin e zhvillimit historik të njeriut.

                Feja Islame ka vendosur një sistem nëpërmjet të cilit individi bëhet besnik, tolerant, koherent në shoqërinë  ku ai jeton, por njëkohësisht fjala hyjnore e ka sistematizuar edhe  kontaktin, respektivisht relacionin e njeriut me Krijuesin, ka mundësuar që ky relacion të ndjehet dhe dendësohet edhe më. Pjesën bazë të këtij relacioni e përbëjnë ibadetet, ndërsa agjërimi është I pari në këtë rradhitje, për arsye se agjërimi është një ibadet përplot me ndjenja shpirtërore dhe moment ku dashuria dhe respekti mes njeriut dhe Krijuesit të tij arrinë kulminacionin. Njeriu gjatë agjërimit është bashkë vetëm me të Plotfuqishmin, pasi agjërimi nuk ka asnjë demonstrim formal si namazi dhe haxhxhi. Për pasojë, themi se agjërimi është një ibadet shpirtëror gjegjësisht ibadet I zemrës (fuad).

                Allahu I Lartmadhërishëm në një hadith-I kudsijj thotë: “Çdo vepër që njeriu e bën e ka për vete. Përveç agjërimit. Ai bëhet për Mua dhe Unë do të jap shpërblimin për te” ( Buhari Savm, 2\9; Muslim, Sijam 30). Pikështrirja e këtillë e agjërimit pengon në masë të madhe hipokrizinë e brendshme të personit.

                Njeriu gjatë agjërimit  me vullnet të lirë qëndron larg prej pasioneve të epshit dhe duron pa ngrënë dhe pa pi. Në këtë mënyrë ai edukon vullnetin e tij dhe përfiton një kulturë të durimit. Suksesi I individit në të gjitha lëmitë e jetës është ngushtë I lidhur me edukimin e vullnetit dhe këmbënguljen e cila kushtëzohet me durim. Individët me vullnet të dobët dhe pa këmbëngulje nuk bëhen të suksesshëm as në këtë e as në botën tjetër.Edhe vet kryerja e ibadeteve është e karakterizuar me vullnet të lartë dhe të fortë. Agjërimi duke marrë nën kontrol dëshirat e epshit  (nefsit) mundëson çiltërsinë e shpirtit respektivisht bën pastrim psikologjik. Për pasojë, shohim që agjërimi në të gjitha fetë dhe kulturat është përdorur si metodë e ngritjes shpirtërore (muxhahede, rijazat).

                Trazirat të cilat paraqiten në jetën shoqërore të njeriut në masë të madhe janë pasojë e zhytjes së tepërt në ngopjen e kënaqësive materiale. Ndërsa agjërimi është një ilaç I cili e largon njeriun prej kënaqësive dhe epsheve momentale dhe I mundëson që në mënyrë të shëndoshë të rrokë kënaqësinë e amshueshme. Pejgamberi në një hadith thotë: “ Agjërimi është mburojë. Kur dikush prej jush të jetë duke agjëruar le të mos folë fjalë të liga e as të përleshet. Nëse dikush tjetër I bën një gjë të tillë le të thotë: Unë jam duke agjëruar” ( Buhari, Savm, 2\9; Muslim, Sijam 29,30; Tirmidhi, Iman 8 .) .

                Sipas këtij hadithi agjërimi është një mburojë për ata që e ndjejnë ate si duhet. E mbron njeriun prej të ligave. Respektivisht agjëruesi ngarkohet me obligimin e vendosjes së paqës dhe unitetit në shoqërinë njerëzore. Ramazani përveç lukthit kërkon që edhe të gjithë organet tjera të agjërojnë dhe të jenë larg prej ligësive dhe gjynaheve. Kështuqë iftari gjuhës të jetë fjala e bukur, Iftarii zemrës ndjenja e mirë, iftari I dorës puna e hajrit, iftari I syrit shiqimi në bukuritë e qenësisë , iftari I arsyes të jetë kultivimi I mendimeve dhe projekteve për të mirën e njerëzimit dhe ngritjen shpirtërore. Ndërsa iftari I vërteë I tyre do të jetë në shiqimin në Xhemalin (bukurinë) e Allahut xh.sh, në ditën e ahiretit.

                Thënë shkurtë , muaji I Ramazanit është momenti kur e keqja dhe jonjerëzoreja duhet të zbresë në minimum. Hapja e dyerve të xhennetit dhe mbyllja e dyerve të xhehennemit  në hadithin e Pejgamberit a.s. ( Buhari , Savm 5; Muslim, Sijam 1.) simbolizon kryerjen e veprave të cilat na afrojnë në xhennet si, namazi, zekati, solidariteti, vizitat dhe largimin prej veprave të cilat afrojnë në xhehennem.

                Në një hadith tjetër Pejgamberi a.s. thotë: Për agjëruesin ka dy gëzime, njëri në momentin e iftarit kurse tjetri në takimin me Allahun xh.sh. ( Buhari, Savm 9; Muslim, Sijam 30). Në këtë hadith Hazreti Pejgamberi bashkarisht përmend dy momentet më të larta për qenien njerëzore. I pari shpreh shpërblimin e vullnetit të edukuar kurse I dyti shpërblimin e shpirtit të ngritur.

    Fjalët  do ti përfundoj me disa vargje të Jahja Qemalit:

    “ Me zërin e furishëm të topit kaloi edhe një ditë në bregdet
     Prej momentit kur u dëgjua zëri I topit, momentit të iftarit
     Një hare me nur I kaploi shtëpitë e ulta
    Ja Rabb sa e gëzuar bota, sa e pastër më duket
    Mbeta pa agjërim  dhe hare në sokakun e qetë”.

  • METIN IZETI – VENDOSJA E EKUILIBRIT SHPIRTËROR NË MARRËDHËNIET NDËRRELIGJIOZE

    Erdha të të marr për dore
    Të të shlyj prej zemrës dhe vetes tënde
    Pastaj të të vendos në Zemrën dhe Shpirtin
    Të erdha herët në pranverë, gonxha ime!
    Erdha të të vjel me duart e mia
    E të të kthej në përqafim të fortë
    Erdha që në pragun tënd
    Të dhuroj fascinimin tim
    Erdha të të barti në Fronin lartë
    Rrugës së lutjes së dashuruesve.

    Mevlana Xhelaludin Rumi

    Hegeli në fenomenologjinë e shpirtit  ka prezentuar një “fuqi të madhe negative”; që është “ energji e të menduarit”, e Unësisë së pastër.Vdekja , nëse kështu kemi dëshirë ta pagëzojmë këtë jo të vërtetë, është ajo më e tmerrshmeja ; dhe të përcaktohesh për vdekjen është pozitë që kërkon fuqi tejet të madhe. Dashuria pa fuqi urrehet nga arsyeja, pasi asaj i ngarkohet diçka që nuk mund ta durojë. Mirëpo, nuk është jeta ajo që thehet para vdekjes dhe që me të vërtetësohet, por jeta është ajo që e duron vdekjen dhe që mbijeton me të; kjo është e jeta e shpirtit. Kjo fuqi nuk është diçka pozitive që stërvishet prej negatives, si në rastet kur për diçka themi se nuk është asgjë ose është e rrejshme, por kjo është fuqi e cila i shiqon në sy negatives dhe është gati të banojë në të.

    Ky është momenti i përmendur në parathënien e Fenomenologjisë së shpirtit. Kjo është gjërësia e eksperiencës mendimtare perëndimore, e cila është gati të ballafaqohet me atë që është kategori dramatike “ me fuqinë e madhe negative”. Këtu nuk bëhet fjalë për diskurse shterpe por për sfida serioze. Është kjo jeta e shpirtit e cila është gati të ballafaqohet me gjërat që janë të padurueshme.

    Gjenocidi dhe holocausti, despotizmi dhe fanatizmi, bile edhe populizmi elektronik, për fat të keq bëjnë pjesë në këtë “fuqi të madhe negative”. Ballafaqimi me këta fuqi të shkatërrimit është obligim i të menduarit; autoterapija është e mundur vetëm në të vërtetën, vetëm në eksperiencën e asaj negatives , të keqes dhe djegëjen e saj. Fuqia e shpirtit d.t.th., përvoja  e vërtetë e realitetit më të tmerrshëm. Ajo nuk përmbahet në nënshtrimin emocional dhe mendor, në fascinimin me atë që është gjithëshkatërruese dhe apsolutikisht e egër; ajo nuk përmbahet edhe në ekstazat emocionale të urrejtjes, pasi në këtë mënyrë nuk mund t’i ikim të padurueshmes. Për pasojë ngecim në vdekjen, në shkatërrimin , në më të ligën. Kjo mundësi njerëzit i largon prej gjendjes së lirisë dhe paqës dhe i mban të lidhur për praktikimin e thjeshtë të fuqisë. Praktikimi i thjeshtë i fuqisë, ideologjia e hegjemonizmit , rezulton me gjenocid dhe holocaust. Fuqia pervertive  e tillë- në pajtim me ideologjinë e saj të shprehur ose jo- i largon të tjerrët, e nxjerr jashtë loje sistemin e jetesës së përbashkët, arsyen personale dhe të të tjerëve, në realitet çdo arsye.

    Por edhe skaji tjetër në ballafaqimin  me “ fuqinë e madhe të negativitetit” nuk është përgjigje dhe korespodencë  pozitive. fjala është për rahatinë dhe mendjelehtësinë sipërfaqësisht të sofistikuar. Kjo pozitë është demisionim i subjektit dhe subjektivitetit, vetëdijes, logosit moral. Me këtë vullnetarisht- çdoherë me egoizm dhe profit- dilet prej shoqërisë njerëzore. Qëndrimi i këtillë reprodukon ekuivalent të rrejshëm të fatkeqësisë që ka ndodhur. Në këtë kontekst nuk kemi mundësi të kuptojmë krizën e botës në çkyçjen e tjetrit dhe arsyes tjetër.

    Në konceptin religjioz të traditës medituese muslimane , është prezent ideja për njeriun si mikrokozmos, gjegjësisht si botë e vogël e cila e përbën kurorën e Universumit të madh. Njeriu si mikrokozmos përmban shpirt të çiltër  nëpërmjet të cilit depërton në rrugën e ndritur  të atributeve hyjnore  dhe i përjeton pasqyrimet e Realitetit, Bukurisë, Mirësisë, Mëshirës, Bujarisë, Dashurisë… hyjnore.

    Ethosi i çmendur i shpirtit njerëzor dhe vlerat e përtypura të këtij ethosi çojnë drejtë një kataklizme eskatologjike të eko-hapësirës shpirtërore. Ndërsa ndotja e shpirtit në faqet e natyrës makrokozmike le gjurmët e saja edhe në natyrën mikrokozmike . Si ka mundësi që shpirti të vuajë dhe trupi mos ta ndiejë këtë vuajtje? Vetëm barazpesha e dezorientuar shpirtërore e ka shkatërruar Perandorinë Romake, e ka inicuar Inkuizicionin ose të gjitha format tjera të shkatërimit material për hirë të kuazimendimeve ideologjike.

    Pikërisht për këtë gjinia njerëzore në shekullin e XXI dhe në fillim të mileniumit të tretë me kujdes të posaçëm duhet të zhvillojë dhe kultivojë ekologjinë e shpirtit mikrokozmik dhe me këtë t’i kundërvihet fuqisë intenzive të së keqes, pasi ajo është raison d’etre e fatkeqësisë ose mirëqenies , fascinimit ose mallkimit, përjetimit parajsor ose ferror të jetës, jetesës ose vdekjes , shpresës ose pesimizmit tonë.

    Nëse nën hijen e kësaj që u tha në trajtë më të përgjithshme i kthehemi realitetit tonë atëherë do të kishim thënë mirëqenia shoqërore e nacionaliteteve dhe konfesioneve të ndryshme në Maqedoni nuk është i mundur përderisa prej sipërfaqes së saj nuk humben qëndrimet e liga të cilat e shkatërrojnë qenësinë e shoqërisë njerëzore. Përderisa çdo politikan flet vetëm në emër të vathës së vete politike, liderët religjioz prezentojnë vetëm interesat e kullotave  dhe atarit të vet religjioz, reprezentët kulturor përfaqësojnë vetëm kulturat e veta edhe atë vetëm në gjuhën e nacionalitetit të vet, Maqedonia do të ketë reflektime dhe klimë të jodialogut dhe mosmarrëveshjes qytetëruese.

    Ndoshta mentaliteti i popujve që jetojnë në Maqedoni u ndërtua në këtë mënyrë si pasojë e variacioneve dhe turbulencave shoqëroro-politike  si dhe fetare të përjetuara me trajtën më të tmerrshme në periudhat e funditr Pas çdo lufte, pas çdo ndryshimi kufijsh apo pas çdo marrëveshjeje ndërkombëtare , në Maqedoni mbeti diçka e pazgjidhur dhe e papërfunduar. Tek ne e kaluara nuk kishte kohë të bëhej histori megjithëse u emërtua histori. Edhepse tingëllon i pamëshirshëm për sqarim të mentalitetit tonë  do ta kisha përdorur mendimtarin Hungarez Istvan Bibo i cili ka bërë një inventar të të këqijave që torturojnë viset tona. Ai flet për “karakterin meskin dhe agresiv të nacionalizmit” i shfaqur me forma të ndryshme të urrejtjes së nduarnduartë , për “ histeritë komunitariste që nuk lënë të zgjerohen horizontet e dijes dhe mendimit”, “tendencat e përjetshme për jorealizim të projekteve” etj.

    Mendoj se për shkatërrimin e fuqisë negative dhe mëkëmbjen e dialogut të mirrëfilltë mes nacionaliteve dhe feve në Maqedoni duhet të fillohet si dialog i shpirtit ose si dialog ezoterik i cili më vonë do të merrte edhe trajtën praktike. Këtë formë të dialogut ndërfetar e mbështesin përfaqësuesit e urtisë primordiale ose të njëshmërisë trascedentale të religjionit  si Rene Guenoni (Mohammed Ibrahim), Titus Bruckhardt (Ibrahim Izuddin), Sejjid Husein Nasr etj. Nxjerja në pah e bukurive transcedentale të thella në fetë ibrahimiane do të mundësonte ndërtimin e shoqërive multikonfesionale me tolerancë të ndërsjellë. Por duhet të them edhe atë me plot keqardhje se për Maqedoninë këto ide dhe këto emra janë ende shumë pak të njohur.